Nejla Kurul
Solun en önemli değerleri eşitlik, özgürlük ve adalettir. Kapitalizmin sivri toplumsal piramidi karşısında daha eşit, yatay, özgür ve adaletli bir toplum düşü sol entelektüelleri, sermaye sınıfı ve devletle çatışmacı/eleştirel bir kültür/yaşam tarzı üretmeye ve kültür üretiminde bulunmaya zorlamıştır. Devlet de kamusal alanda söz kuran, kamunun önüne sıkıntı veren sorular getiren, siyasal iktidarı desteklemeyen sanatçı ve entelektüellerden hoşlanmadığını açıkça ifade ediyor. Anımsayalım, akademisyenler, bir cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş, milletvekilleri, siyasetçiler, avukatlar, üniversite öğrencileri cezaevindeler, yüzlerce barış bildirgesi imzacıları bugün ağır ceza mahkemelerinde yargılanıyor. Eleştiri kültürü, sol düşünce ve eylem içinde oldukça gelişkindir. Eleştiri kültüründen sol bahçenin bizatihi kendisi de payını alır, yani solun okları kendisine de dönebilir. Sol, muhafazakâr çevrenin dışında kalan liberal ve demokrat düşünce ve sanat insanlarına anti-entelektüalizm değerlendirilebilecek düzeyde uzak durabiliyor. Eleştiri kültürü, düşünce ve sanat üretiminde “fark” yaratır. Bu farklanma, bir yandan politik anlamda çok sayıda siyasal parti, siyasal düşünce geleneği, dergi çevreleri, platform ve inisiyatif gibi çok çeşitli örgütlenmeler yaratırken bir yandan da bu örgütlenmeler mekansal, zihinsel ve ilişkisel gettolar oluştuğunda ortak amaçlar doğrultusunda birlikte hareket etmeyi güçleştiriyor.
Devletin sanatçısı olmak
Rümeysa Kiger’in Selçuk Orhan’la yaptığı röportaj(1) kültür üretimi konusunda oldukça derinlikli bir bakışı ortaya koyuyor. Kültürel iktidara sahip olma ya da olmama bir yanıyla devlet ile sanatçı/entelektüel ilişkilerinden etkileniyor Orhan’a göre. Bu durumda ortaya bir soru çıkıyor: Devletin sanatçısı olmak mı yoksa bağımsız özerk aydın olmak mı kültür üretiminin niteliğini yükseltiyor? Bu esastan bir soru. Bana kalırsa yanıtı açık: Devletle ilişkilenme ve güvence arama bir yandan sansürü diğer yandan devlet sansüründen daha etkin olabilecek biçimde otosansürü gündeme getiriyor. Devletle sansürsüz bir ilişkilenme, ancak kitlelerin/yurttaşların iyi bir kültür izleyicisi olması ve demokratikleşme ile ilişkili. Bugün her iki konuda da çok geride olduğumuzu düşünüyorum.
‘Güvence sanatta sığlaşmadır’
Orhan’a göre(2) sağ açısından sanat hiçbir zaman öncelikli bir konu değil, muhtemelen hiçbir zaman da olmayacak. Aslında solun, siyasî bir sol olarak, sanatta temsili konusunda da sorun var. Siyasî bir sol olarak, yani örneğin sosyal mücadelenin sanata taşınması gibi bir amaçla yola çıkıldığında, sanatçı içerik olarak bir güvence buluyor. Orhan’a göre, “Her güvence sanatta sığlaşmadır.” Sanatçının zihni yapıtın dışında belli değer yargılarına göre çalışıyor olabilir; yapıtı kurmaya başladığında da belki tam özgür değildir, ama sanatsal zihin –eğer varsa, eğer oradaysa– başına buyruktur. İşte, bu nedenle Cahit Zarifoğlu’nun veya Diego Rivera’nın sanatçı olduğunu söyleyebiliyoruz. Ama bu tür isimler sağ içinde normalleştirilmez; sapma olarak kabul edilir, saygı duyulsa bile onlara temkinli yaklaşılır.
Sanatta tutuculuk
Sağ ve solun kültür üretimi konusunda bir karşılaştırmayı sanatta tutuculuk üzerinden yapıyor Orhan. Sanatta tutuculuktan uzaklaşmak gerekiyor diyor. Bu solun sağdan çıkan eserleri sağın da soldan çıkan eserleri okuması ile mümkün. Bana kalırsa bu mekânsal, zihinsel ve ilişkisel gettoları kırmak anlamına geliyor. Orhan’a göre kütüphanemize sansür uygulamamak gerekiyor. Sol, diğer sollardan çıkan eserleri okumaya, izlemeye, tartışmaya kısacası görmeye açıktır. Her şeye rağmen, sol kesimin yazarları/şairleri sağcı entelektüellerce okunsa da, sağ yazarların sol kesimde okunma oranı daha düşüktür. Gettoları kırmak için 80’lerin ortalarından başlayarak ortak dergicilik/yayıncılık denemeleri iyi örnekler olarak görülüyor.
Kültür hayatının çoraklaşması
Toplumun yapı taşının bireyler olmaması, Orhan’a göre önemli bir sorun, hatta Türkiye’ye özgü bir hastalık da denilebilir. Cemaatler; örgüt, parti, aşiret, hatta mahalle biçimindeki formlar kültür hayatını çoraklaştırıyorlar. Bu eleştiri demokratik olmayan sola da yöneltiliyor. Orhan, Türkiye’de kültür üretimi konusunda umutsuz değil. Sağ kesimde, yeni bir kuşak yetişiyor ve edebiyat, sanatla, düşünceyle ilişki kuruyor. Solu da okuyor, Batı’yı da. Bunlardan yola çıkarak belki kendi içinde bir özeleştiri de geliştiriyor ve mesela hidayet romanlarını değersiz bulmaya başlıyor, geçmişte kendisine belletilen değerleri sorguluyor. Necip Fâzıl gibi isimleri bile. Orhan’a göre, belli değer yargılarına sıkı sıkıya bağlanan bir sanat olabilir. Modern sanat, değer yargılarını esnetmeye ya da kırmaya eğilimlidir evet, ama muhafazakâr yani belli değerleri bağlayıcı kabul eden bir anlayışla sanat yapmanın önünde bir engel yoktur. Ne var ki sağ kesimin kendi değerlerini veya acılarını sanata incelikli bir şekilde aktarabildiği örnekler yok denecek kadar az. Öte yandan sağdan gelen erkek bir sanatçıya bahsettiğin gibi bir temkinle de olsa sıcak bakılıyor belki, ancak kadınların hemen hemen hiç şansı olmuyor.
‘Eski kanun koyucu’
Mehmet Fatih Uslu(3) iktidar çevrelerinin “devlet artık ‘biz’imken ve artık ‘biz’im kendi zenginlerimiz varken, neden bu kültürel iktidarsızlık?” sorusuna farklı boyutlardan yanıtlar veriyor. Yakın tarihe baktığımızda, askeri darbeler özellikle sol çevrelerin üzerinden buldozer gibi geçti. Hayatta kalabilmek için sol çevreler, kültür piyasasında zorlu bir mücadeleyle kendilerine alan açtılar. İletişim, Metis veya Can gibi yayınevleri kendilerini devlet desteğiyle var etmediler. Uslu’ya göre tam da burada, söz konusu kültürel iktidar tartışmasında, devlet ve burjuvazinin ötesinde bir kültür piyasası var. Ne var ki “Okura, seyirciye, kültür tüketicisine, Cervantes’in tabiriyle ‘halk denilen o eski kanun koyucu’ya yüzün dönülmediğini, onun taleplerinin ve belirleyiciliğinin tartışılmadığını, hatta umursanmadığını görüyoruz.”
Sivil alanın devletleşmesi
Uslu, iktidar olma ama kültürel iktidar olamama olgusunu sivil alanın niteliği üzerinden tartışıyor, kültür üretiminin mekânı olan sivil alanın giderek devletleştiğini ifade ediyor. Bu yoruma katılmamak mümkün değil, sivil alanın çeşitli muhalif örgütlenmeleri 16 Temmuz sonrası kapatıldı, bir kısmı da baskı altına alındı. Kamusal alanda İslamî renk giderek belirgin hâle gelirken, bu sivil alan da giderek devletleşti. Doğrudan ya da dolaylı olarak kamu fonuyla beslenen eski sivil aktörler de, iktidarla göbek bağına sahip olmamanın avantajını ve özgürlüğünü kaybederek, özgürce konuşma ve üretme imkânını yitirdiler. Uslu’ya göre, sivil alanın yitimi olgusu ile yüzleşmekten kaçınılıyor: “Baba’ya bırakın isyan etmeyi, onu eleştirmeye bile gözü kesmeyen muhafazakâr kültür alanının aktörleri, içinden geçtikleri bu dönemi hakikaten anlamak, tarihselleştirmek ve eleştirmek istiyorlar mı? Gerçekten sahip olunan yeni imtiyazları bırakıp gidecek cesaretleri var mı?”(4)
Arapça ve Farsça hümanizması
Efe Murat Balıkçıoğluna(5) göre, Türkiye’deki sağın kültürel söylemi, Osmanlı ve İslam’a dayanmakta ama bu kültürel söylemi kullananlar, ne kaynakların zenginliğinin farkında ne de onlarda bu kültürde derinleşebilecek alet bilgileri mevcut: “Ayrıca, Arapça ve Farsçanın inanılmaz bir seküler edebiyatı, erken klasik döneme kadar inen din dışı hümanist metinleri var. Türkiye’deki muhafazakârlar bu zengin literatürün farkında olsalar bile bu özelliği (bilerek ya da bilmeyerek) göz ardı etme eğilimindeler—tabii ki bu dünya görüşleri, hizipçi davaları ve önyargılarının bir sonucu. Bilhassa son dönemde Türkiye’deki sağ kültürün devlet nimetinden faydalanmaya alışmış olması da bu kültürel yozlaşmanın cabası…Oysa İslam kültürü demek, İslam’ın tektipleşmiş Sünnî reflekslerini taklit demek değil, zengin kaynakları tahkik, yani tasavvuftan şiire, âdâbü’l-bahsten kelâma özgün bir sentez oluşturabilmek demektir”
Yıkılma ve çözülme
Goethe’ye göre, çürümüş, yıkılmaya ya da çözülmeye yüz tutmuş bütün tarihi dönemlerde, çok belirgin bir öznelcilik göze çarpar. Bütün ilerici dönemlerde ise, dünyayı kendi bütünselliği içinde ve olduğu gibi kavramak gerçeği görülmektedir.(6) Buna bir örnek olarak bir şairi ele alır: “Bir insanın sadece hissettiklerini yazması onu bir şair yapmaz. Oysa bir insan, yüreğinde dünyayı taşıdığı ve bu dünyayı dile getirebildiği sürece büyük bir şair olabilir. Öte yandan, Hegel’in öğretisindeki en anlamlı tanımlama şudur: Üretken (gerçek) insan, pasif ve alıcı biçimde değil de, ancak aktif olup dünya ile bütünsel bir ilişkiye geçerek kendini bulur, bilir ve bir insan (yani kendisi) olur. Hegel için bütün bireysel güçlerin, becerilerin ve potansiyellerin geliştirilmesi, yalnızca sürekli bir faaliyet içinde sağlanabilir. Asla kendinden vazgeçme ya da tembel bir kabul edicilik ile değil.
Spinoza, Goethe, Hegel, Marx
Bu bağlamda, Spinoza, Goethe, Hegel ve tabi ki Marx için, bir insan, yalnızca üretken olduğu sürece canlı ve yalnızca kendi dışındaki dünyayı kavradığı, kendisinin tipik (doğal ve insani) güçleriyle bu dünyayı dile getirdiği, kendini dışa vurduğu ve bu yolla dünyaya ayak uydurduğu sürece hayat doludur. Aksi halde, yani bir insan üreten olmadığı, pasif ve kabul edici olduğunda, o bir hiç olacaktır. Artık o bir canlı değil bir ölüdür. Bu nedenle insanlar, yalnızca belli bir üretken faaliyet içinde kendilerini gerçekleştirebilmekte ve kendi içsel doğalarına ve kendi varlıklarına geri dönebilmektedir.(7) Görünen o ki kültür kader değil, pek çok etkiye açık toplumsal bir inşa. Bu bağlamda hem iyi yaşama uygun bir kültürde yaşamak hem de kültür üretmek mümkün. Ne var ki bir kültürün öteki kültürler üzerinde iktidar kurması imkânsız.
Kaynakçalar
1 https://t24.com.tr/k24/yazi/ideallerden-ihtiraslara-kurulamayan-kulturel-iktidar,2277
2 Aynı.
3 https://t24.com.tr/k24/yazi/kulturel-iktidar-mehmet-fatih-uslu,2285
4 Aynı.
5 https://t24.com.tr/k24/yazi/turkiye-de-kulturel-iktidar-sagda-mi,2271
6 Erich Fromm, bkz.Goethe’nin Eckermann İle Sohbeti
7 Aynı.