Direniş kültürünün bunun farkına varmış entelektüelleri de kendini masa başı araştırmalarla sınırlandırmayan, bilgiye asıl sahibi olan toplumla buluşarak ulaşan, bildiğini eyleme dönüştürmedikçe içi içini yiyen, şüphesiz korkan ama korktuğu halde yola devam etmekten geri durmayan, deli çıktı çıkacaklardan oluşur
Ruşen Seydaoğlu
“Aynılığın eleştirel olmayan yeniden üretimine direnmek”[i] için…
Direnişçilerin bin yıllara dayanan deneyimleri, direnişleri irdeleyen araştırmalar ve tüm bunların insanların bireysel yaşamlarına yansımaları artık sorunların ne olduğunu belirlemekte pek de zorlanmadığımız bir zemin oluşturdu. Ama bu zeminde, bir şekilde, çoklu tahakküm politikalarının neyi hedeflediği konusunda, tespitlerden ibaret pratiklerin de yansımaları görülmeye başladı. Günlük haberlerden Anayasal-yasal değişiklik girişimlerine, uluslararası diplomatik görüşmelere kadar hemen her bilgi saniyeler içinde erişilebilir oldu. Ne kendilerini ne de verdikleri bilgileri denetleyebildiğimiz kişilerin, hangi ara konu hakkında düşünüp, meseleyi sindirip üzerine tespitler yapacak kıvama geldiğinin anlaşılmazlığında ekranlar kaydırılmaya devam etti, ediyor.
Ama direniş kültürünün kalıcılığı boşlukta asılı kalan tespitlere değil direnişe gerekçe olan sorunları arkeolojik olarak ele alabilmeye, direnişin geçmişte ve bugün hangi yöntemlerle yaşama yansıtıldığını görebilmeye ve bugünün performanslarına eleştirel yaklaşabilmeye dayanır. Direniş kültürü, kültürün yeniden inşasını hedefleyen boyutuyla ise “yapısallığı, yapının maddi, somut çerçevesi; anlamı ise bu maddi, somut çerçevenin içeriği, hareket ettiren, duygulu ve düşünceli kılan yasası”[ii] anlamına kavuşturmaya çalışır. Bu anlam, mekanizmaları yani kurumları, kuruluşları, yapılan işleri ve bunlara yüklediğimiz anlamı sürekli sorgulayan, canlı tutan eleştirel yaklaşımlarla zenginleşebilirdir. Toplumsal kendilik ve direniş kültürü arasındaki tutarlılık biraz da bunlar arasındaki ilişkinin canlılığından beslenir.
Malumunuz, ötekilerin kültürü; ancak direndiği kadar varlığını koruyabiliyor. Yapılsallık ve anlam eşgüdümlü yürütülmediğinde ise denge bozuluyor. Böylelikle ya sadece tespitlerle dolu mezarlıklar ya da arka planı son derece zayıf performanslar açığa çıkıyor; ne için, nasıl bir yaşam için, hangi sistem için direndiğimiz bulanıklaşmaya başlıyor. Bu dengesizlik belki de en fazla duygu ve anlam dünyasını aşındırıyor. Duygusuna katılmadığımız mekanik belirlemeler ya da inançla, felsefeyle ve bilimle anlam dünyamıza geçiremediğimiz bir yerlerde “bulunma” halleri, direnişlerin hem niteliğini hem de niceliğini etkiliyor. Tam da bu sebeple; direnişin gerekçesi konfor alanından çıkmaya, tekinsiz, rahatsız ve bir miktar da “üzgün olmaktansa öfkeli” hissederek eylemeye yettiğinde dönüştürme ivmesi kazanıyor.
Her halükârda, kültür üretimlerine dair eleştirel yaklaşımlar geliştirmek çok zor. Çünkü bir tarafta egemenlerin bitmeyen saldırı politikaları var. Ötekilerin tarihini araştırmak ya da bu tarihe referans vermek bile yasak. Pozitivizm açısından bu referansların güvenli olmadığı bilgisi ve kabulü son derece yerleşik. Ötekilerin dili bilimin, siyasetin dili olabilecek kadar yeterli sayılmıyor. Cumhuriyetin devrim anlayışı ortak yaşamı, ilerlemeciliğini tekliğe dayandırdığından kendi gibi giyinmek, yemek, yaşamak imkânsız kılınıyor. Tekrar eden ve hatta kurumsallaşmış olan bu saldırıları işaret ederek neye karşı mücadele edildiğini açıklamak ya da bu genel geçerliğe sarılmak ise en bilindik yol.
Eleştirel yaklaşımlar geliştirmenin zorluğunun diğer tarafını ise şarkılarıyla, oyunlarıyla, masallarıyla, enstrümanlarıyla sanat üreterek direnenlerin, ulusal kıyafet dikmekten ya da giymekten vazgeçmeyenlerin, deq dövenlerin, kendi dilinden ya da kimliğinden taviz vermeden yazanların, konuşanların hayatta durdukları yere, tam da iktidar odaklarının saldırıları yüzünden haksızlık etmeme kaygısı oluşturuyor. Tabi, salt sanat alanındakileri değil, hangi politik performans içinde olursa olsun bunca saldırı yüzünden zaten kırılgan olan grupları, içeriden gelen eleştirilerle daha fazla kırılganlaştırma ihtimali oldukça yüksek. Bu ihtimalin-kaygının sürükleyebileceği liberal eğilim ise bir hayli tehlikeli. Çünkü çaba, içeriden olsa da hâlâ pozitivizmden etkilenmiş ve liberalizme kapılmış olmaktan kurtulmamış olabiliyor. Derken Freire’in “fanatizmle beslenen sekterlik, her zaman hadım edicidir. Eleştirel bir ruhla beslenen radikalleşme ise daima yaratıcıdır” sözleri eleştirel yaklaşımın yöntemine dair ilaç niyetine çıkıyor, karşımıza.
Buralarda bir yerde ise entelektüelin işlevi devreye giriyor. Kimdir entelektüel? Foucault açısından siyasi anlamda entelektüel bilgisini, uzmanlığını ve hakikatle ilişkisini siyasi mücadele alanında kullanan kişidir.[iii] Öcalan entelektüeli, çabalarıyla, bilgi ve bilim çalışmalarıyla ahlaki politik toplum karşıtı olan mevcut gidişatı durdurması gereken, direnişçi sıfatını edinerek bilimi direnişe dönüştüren insan olarak açıklıyor.[iv] Fanon ise “…fakat eleştirel bir değerlendirme ortaya koyarken yapmamız gereken de budur zaten: ileri gitmek.”[v] diyerek entelektüeli kendisine çizilen sınırları aşmaya cüret eden ve aşabilen olarak ele alıyor.
Tüm bunlarla beraber, entelektüelin tarihsel yolculuğunda şuna da rastlarız; entelektüel her zaman bilginin, hakikatin peşinde, mücadelesinde olmamıştır ya da sadece tahakküm odakları eliyle kandırılarak yolundan saptırılan, edilgen bir varlık da değildir. Kadın ve bilgi arasındaki ilişki koparılıp erkek egemen sistemin inşasına girişildiği zamanlardan bugüne, dünyanın çoklu kriz içinde tutulduğu halin entelektüelin iş birliğinde gerçekleştirildiğini de görmek gerekir. Tekellerin, ayrıcalıklı grupların, savaş konseptinin yani ulus devlet hegemonyasının en büyük sermayesi entelektüeller olmuştur. Bağımsızlık, objektiflik gibi konfor alanları için sermaye ve iktidar tekellerine bağlandıkça ahlaki ve politik toplumun yok edilmesine varana dek hedef haline getirilmesinde pay sahibidir. Dini, felsefi, bilimsel bilgisiyle(!) kadınların kırımdan geçirilmesinin, doğanın sonsuz sömürülebileceğinin, köleliğin olağanlaştırılmasının vaazları entelektüellerin sesiyle topluma iletilmiştir.
Bu durumda entelektüelden beklentimiz aslında nedir? Konfor alanından çıksa, tekinsiz, rahatsız ve bir miktar da “üzgün olmaktansa öfkeli” hissetse başlangıç için yeter, bize. Haksızlıkla karşı karşıya kaldığında direnen herkes gibi… Çünkü entelektüelin siyasi işlevi dediğimiz mefhum, direniş kültürünü bugüne kadar getiren, konfor alanlarını alt üst eden cesaretin yolunda kendini gösterebilir, gösteriyor da. Guy Debord, Gösteri Toplumu’nda “bilgi ve eylemin kaynaşmasını, bizzat tarihsel mücadelenin içinde gerçekleştirmek gerekir, öyle ki bu terimlerin her biri diğerinin hakikatinin güvencesi olmalıdır.”[vi] diyerek entelektüelin de üzerine alınması gereken bir öğüt verir. Direniş kültürünün bunun farkına varmış entelektüelleri de kendini masa başı araştırmalarla sınırlandırmayan, bilgiye asıl sahibi olan toplumla buluşarak ulaşan, bildiğini eyleme dönüştürmedikçe içi içini yiyen, şüphesiz korkan ama korktuğu halde yola devam etmekten geri durmayan, deli çıktı çıkacaklardan oluşur.
Bu haliyle direniş, entelektüelin tanımını, anlamını, yöntemini yeniden inşa etti, ediyor da. Yani entelektüel, bir grup toplumdan-bağımsız değildir, direnenlerin tamamı entelektüel oldukça direniş kültürü kalıcılaşır, buna inanmak ve inandığına göre yaşamaktadır marifet, diyor. Toplum içinde hem tahakküm odaklarının hem de direniş mekanizmalarının kültür üretimlerinin cesurca eleştirilebildiği, bunlar karşısında ya da yanında tutum alındığı ve bunları performanslarıyla dönüştürmekten geri durmayan öznelliği ve ahlaki ilişkiselliği yaratmaya çalışmaktan bahsediyor. Böylesi anları ve alanları kollamak da marifete dahil sayılıyor.
Entelektüel, değişen eylem biçimleri, sözün otosansüre uğratılması ve bu niteliklerin etkilediği niceliksel durumu görerek ama bununla kendini boğmadan; yöntemleri aşınmış olsa da hâlâ devam eden direnişe odaklanarak, “niceliksel çoklukları niteliksel bir güce kavuşturmayı hedeflemelidir”[vii]. Zaten ancak bu odağı daha fazla düşünerek, tartışarak, tartıştırarak direnişin entelektüeli olabiliyor. Çünkü “Onur sahibi sıradan bir entelektüel, krizin asıl olarak zihniyet alanındaki tıkanmayla ilgili olduğunu kavramakta zorluk çekmiyor.”[viii]
[i] Rosi Braidotti, Kadın-Oluş Cinsel Farkı Yeniden Düşünmek, İstanbul: Otonom Yayıncılık, syf. 53
[ii] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Çözümü -V- Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunmak, İstanbul: Amara Basım Yayıncılık, syf. 27
[iii] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, syf. 20
[iv] Michel Foucault, Entelektüelin Siyasi İşlevi, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, syf. 13
[v] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Çözümü -III- Özgürlük Sosyolojisi Tekrar Özgürlük Ütopyalarıyla Yaşama Çağı, İstanbul: Amara Basım Yayıncılık, syf. 289-310
[vi] Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maskeler, İstanbul: Encore Yayınları, syf 87.
[vii] Bkz. V. sonnot
[viii] Bkz. V. sonnot