Kundağa sarıldığı ilk günden son anına kadar İngiliz sömürgeciliğinin merkezinde yaşadı o. Arkasında 2 milyon ölü bırakarak yaşlandığında ise, birileri hesabın mahşere kalmasını istemedi
27 Ağustos 1979 günüydü. Kraliçe II. Elizabeth’in babası VI. George’un kuzeni, “Edinburg Dükü” (Kraliçenin eşi) Prens Philip’in küçük dayısı Lord Louis Mountbatten, Kuzey İrlanda sınırı yakınlarındaki Mullaghmore kasabası açıklarında “Shadow V” adlı teknesinde balık tutmaya çıkmıştı. Bu, Lordun emeklilik günlerinde en sevdiği aktivitelerden biriydi. Ama av kötü bitti. Çünkü IRA, bir gece önce tekneye uzaktan kontrollü 4 patlayıcı yerleştirmişti. Patlama gerçekleşti ve Mountbatten yaşamını yitirdi. Bu, büyük bir operasyonun parçasıydı aslında. IRA’nın aynı gün sınırda düzenlediği bir başka eylemde de 18 İngiliz askeri yaşamını yitirecekti.
Doğuştan sömürgeci bir prens
Louis Mountbatten, yalnızca İngiliz kraliyet ailesinin bir ferdi değil, aynı zamanda imparatorluğun sömürgeci politikalarının en önemli isimlerinden biriydi. O, zaten daha dünyaya geldiği andan itibaren ‘Battenberg Prensi’ olarak hayata başlamıştı. Daha sonraki rütbe ve sıfatları ise saymakla bitmiyor. Bir ucu son Rus Çarı II. Nikolay’ın eşi Çariçe Aleksandra Fyodorovna’ya, diğer ucu İspanya Kraliçesi Victoria Eugenie’ye kadar uzanan ve burada anlatılması sayfalar sürecek uzun bir soy-sop ağacına sahip olan Mountbatten, genç yaşta Donanma Okulu’na gitmiş ve orduya katıldıktan sonra da dünyanın en zengin insanlarından biri olan banker Sir Ernest Cassel’in büyük torunu Edwina Ashley ile evlenmişti.
Sonraki hayatı neredeyse tümüyle orduda ve Deniz Kuvvetleri’nde geçen Mountbatten, 1943 yılında Güneydoğu Asya Müttefik Kuvvetleri’nin başına getirilmiş, üç yıl devam eden savaştan sonra önce Singapur, sekiz ay sonra ise Myanmar’ın Japonların elinden alınmasına komutanlık etmişti.
Hindistan’ı bölme planı
Ancak Lord’un asıl şöhreti, Hindistan günlerinde geldi. 1947 yılının ilk gününde Mountbatten’e Hindistan’ın ‘bağımsızlık’ sürecini yönetmesi için son Genel Valilik görevi verildi. İmparatorluğun artık Hindistan’ı eskisi gibi elinde tutma imkânı kalmamış, işin kötüsü Gandhi ya da Nehru gibi uzlaşılabilir liderler de kontrolü kaybettikçe, Hindistan’da sol/komünist bir uyanış da güç kazanmaya başlamıştı. Krallık bir yandan yeni bir hükümranlık yolu aramaya başlarken, diğer yandan da Hindistan’daki kanlı geçmişini temize çekmenin peşindeydi.
İki yüzyıl boyunca, Doğu Hindistan Şirketi ve Britanya imparatorluğu en az 9.2 trilyon sterlini (44.6 trilyon dolar) hortumlamıştı. Buna karşın 1911’de Hintlilerin doğuşta beklenen yaşam süresinin sadece 22 yıldı. Kişi başına düşen yıllık tahıl tüketimi 1900’de 200 kg’dan İkinci Dünya Savaşı öncesinde 157 kg’a, 1946’da ise 37 kg’a düştü. Büyük açlık dalgalarıyla boğuşan Hindistan, nüfusun maruz kaldığı açlıktan bugün bile kurtulamadı. Bugün Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’te iki milyara yakın insan, yani dünya nüfusunun dörtte biri yaşıyor.
Cetvelle çizilen sınırlar
Bu ülkelerin başına ne geleceği, Britanya imparatorluğunun temsilcilerinin çantaları toplayıp gitmelerinden çok önce belirlenmiş ve planlanmıştı. Hindistan’ı bölen Mountbatten Planı, tam da bu iş için devreye koyuldu. Hindistan’ın bölünmesi, insanlık tarihinde yapay olarak gerçekleştirilen en trajik soykırımdı. Hayatında Paris’ten daha doğuya hiç geçmemiş olan Sir Cyril Radcliffe’in harita üzerinde cetvelle çizdiği sınırlar, milyonlarca insanın birbirinin kanını döktüğü bir mezbahaya döndü. Değişik inançlardan ve ırklardan insanların bir arada, belki de federatif bir yapıda yaşamalarının bir yolunu aramak yerine, Hindistan ve Pakistan’ı yaratan bölünme planının, Mountbatten’in zorlamasıyla bir yıl önceye çekilmesi ve birkaç haftaya sıkıştırılması ise tam bir felakete yol açtı. Bu kadarcık sürede 14 milyondan fazla insan yerinden edildi ve iki milyona yakın insan öldü ya da kayboldu. 100 binden fazla kadın kaçırıldı ve toplu tecavüzlere uğradı. Bu, soykırımdan daha trajikti. İngiliz imparatorluğu, bir asır sonra bile iyileşmeyecek kalıcı bir yara ve nefret yarattı. Böylece İngilizler, 200 yıllık suçlarını temize çekerken, geriye “vahşilerin birbirini kırdığı” korkunç bir iç savaş bıraktılar. Bu, imparatorluk için ‘temiz’ bir çıkış planıydı; arkasında suça dair hiçbir iz bırakmazken, aynı zamanda gurur ve yardımseverlik havasını da koruyordu.
Mountbatten, böylece ‘görevini’ tamamlayıp geriye döndüğünde yine ordunun bir parçasıydı ve sonraki yıllarda da hizmetlerini sürdürdü. Emekli olduğunda ise akrabalarının hanedanları olduğu İspanya ve Yunanistan krallıklarının tekrar oluşturulabilmesi için çabalayıp durdu.
Her şeyin bir sonu vardı ama. Arkasında bıraktığı 2 milyon ölünün bedduası yaşlılığında da onun peşini bırakmadı. Lord’un huzurlu bir emeklilik yaşamasını istemeyen IRA, meseleye son noktayı koyduğunda 79 yılın muhasebe defterine nihayet bir çizik atılıyordu.
Kimse şaşırmadı. Olurdu böyle şeyler çünkü. Diktatörler ve sömürgeciler için bu, bir tür ‘iş kazası’ sayılırdı.