Uluslararası gözlemci ve yorumcular Türkiye’de COVID 19 salgınının vahimleştirdiği bir mali-ekonomik krizin eli kulağında olduğundan kuşku duymuyor.
Uluslararası Para Fonu (IMF) tahminlerine göre 2020’de ekonomi yüzde 5 daraldı. Genişletilmiş tanımıyla -işsiz olduğu halde iş aramaktan vazgeçenler de katıldığında- işsizlik yüzde 30’lara vardı, genç işsizliği daha da yukarılarda. 5 Temmuz’da TL, Euro karşısında tarihin en büyük değer kaybına uğradı. 1 Euro 8,32 TL oldu. TÜİK’in yüzde 12’nin altında olduğunu açıkladığı Temmuz enflasyon oranı, iktisatçıların alay konusu oldu, her ay daha az kazanıp daha çok harcamaya mahkum halkın yoksulluk ve geçim sıkıntısı derinleştikçe derinleşiyor.
Rejimin COVID 19 ile mücadelede “çarkları döndürme” hırsıyla, başından asla gerektiği gibi asılmadığı ipleri salıvermesi elbette “ekonominin kendisine gelmesi”ni sağlamadı ama salgının büyük bir hızla azmasına yol açtı. 5 Ağustos’ta günlük vaka sayısı Sağlık Bakanlığı sayılarına göre 1083 ile yeniden 14 Temmuz öncesi düzeyine döndü. Uzmanlar ve hükümetle alış verişi olmayan herkes bu sayıların bile salgının gerçek vahametini yansıtmaktan uzak olduğunu biliyor. Ankara Tabip Odası’na göre “sadece Ankara’da günlük pozitif vaka sayısı bine yakın.” Sağlık Bakanlığı 1 Ağustos’ta Güneydoğu Anadolu’daki günlük vaka sayısını 265 olarak gösterirken Diyarbakır Tabip Odası’na göre, “yalnızca Diyarbakır ve Urfa’daki günlük yeni vaka sayıları toplam 650 dolayında” idi.
Avrasya Araştırma’nın Temmuz anketine göre, “Erdoğan&Bahçeli Hisseli Harikalar Kumpanyası”nın düşüşü sürüyor. AKP’nin desteği yüzde 35’e, “Cumhur İttifakı”nın desteği yüzde 42.4’e gerilerken, CHP’nin desteği yüzde 28.4’e, “Millet İttifakı”nın desteği yüzde 40.8’e, HDP’nin desteği yüzde 11.7’ye yükseldi. Davutoğlu ve Babacan’ın partilerine yönelik destek de düzenli olarak artıyor. Toplumsal gerçek ile siyasal temsil arasındaki makas açılıyor. Toplumun bütün hile hurdaya rağmen hiç bir oylamada ifade etmekten kaçınmadığı diktatörlüğün tasfiyesine yönelik iradesi de netleşiyor: Başkanlık rejiminin desteği yüzde 32’ye gerilerken, parlamenter düzene dönülmesini isteyenlerin oranı yüzde 60’da kalıyor.
Toplum ölçeğinde, “sorunlar” hiyerarşisinin en başında “işsizlik, pahalılık ve geçim sıkıntısı” var. “Adaletsizlik ve Hukuksuzluk” ikinci sırada. Üçüncü sırada ise “Kürt Sorunu” ve/veya “Terör” yer alıyor. “Kürt Sorunu”nun Kürtler için birinci sırada olduğu, “Terör” ifadesinin polisiye anlamının ötesinde çoğu zaman “çatışma” yerine kullanıldığı da göz önüne alınırsa, “yaklaşan kriz”den bir “çıkış planı”nın her peryodik krizde mutad olduğu üzere “acil gelir bölüşümü önlemleri” önermekle yetinemeyeceği görülür. “Çıkış”ın mutlaka bir “siyasal plan”a dayanması gerekeceği apaçık.
Eşikteki finansal kriz, kapitalizmin “genel küresel buhranı”yla iç içe ve eş zamanlı cereyan edecek. Kapitalist üretim tarzının bizzat kendisi 1929’dan bu yana gördüğü en büyük buhranın pençesinde çırpınıyor. Dolayısıyla, inandırıcı ve siyaseten yol gösterici bir “çıkış planı”nın mutlaka ”yaklaşan kriz”i “küresel buhran”la sımsıkı bağlayan “egemen siyasal rejim”i kalıcı bir biçimde aşmanın gerçek imkanlarını ortaya koyması ve değişim dinamiklerini harekete geçirmesi gerekir: Bizzat rejimin kendisi krizin bir asli kaynağıdır.
Daha açık bir dille ifade etmek gerekirse, “krizden çıkış planı”nın şu iki hedefe ulaşmanın yolunu açacak güçleri harekete geçirmesi ve bunun için gereken kaynakların kontrolünü sağlaması gerekir: Birincisi, bizzat kendisi ekonomik, finansal, politik ve toplumsal kriz kaynağı olan, meşruiyetten yoksun ve toplumsal dayanaklarını yitirmiş siyasal rejimin demokratik siyasetle saf dışı edilerek yerini demokrasi güçlerine bırakmasıdır. İkincisi, ekonomik ve finansal krizin asli kaynağı olan piyasa merkezli üretim ve tüketimin işleyişi sınırlandırılarak, toplumsal ihtiyaçlar için düzenlenmesidir.
Kriz doludizgin yaklaşırken, demokratik kampın başlıca görevi krize, kriz kaynağının yani rejimin içinde kalarak yanıt verilebileceğine ilişkin her türlü yanılsamayı ortadan kaldırmak; rejimin, kaynaklarından biri ve bir bileşeni olduğu “küresel buhran”ın sonuçlarından küresel rekabet ve çatışmada öne geçerek özgürleşilebileceğine dair demagojisini boşa çıkartmaktır.
Bu görevin başkanlık rejimine karşı dizilişleriyle nesnel olarak bir demokrasi ittifakı gücü konumuna gelmiş olsalar da, piyasanın ve devletin hikmetinden sual etmeyen “Millet İttifakı” partilerince yerine getirilebileceğini beklemek bir hayaldir. Bu, tarihsel konumu itibariyle kapitalizmi aşmaksızın kendilerini gerçekleştiremeyecek olan toplumsal ve demokratik güçlerin ittifakı olan “Üçüncü Kutup”un stratejik görevidir. Bu, bütün görevler zincirinin sımsıkı yakalanması ve sonunda ezilenlerin ayağına dolaşmaması için hiç elden bırakılmaması gereken ana halkasıdır.