Uzun bir aradan sonra, ekonomik kriz yeniden bir numaralı sorunumuz oldu. Tıpkı, önceki krizlerde olduğu gibi, bu kriz de yine büyük bir siyasal ve toplumsal alt üst oluşla birlikte geldi ve her ekonomik kriz gibi kurumlarımızı, normlarımızı, toplumsal dokumuzu ve sosyal sermayemizi yıka yıka derinleşiyor. Bu nedenle yaşadığımız kriz sadece ekonomik bir kriz değil. Rant ekonomisinin getirisini maksimum kılmak ve ülkede bugüne kadar yaratılan katma değeri belirli ellerde toplayarak, iktidarını tahkim etmek isteyen anlayışın ülkedeki çoğulculuk, demokrasi ve hukuktan elde kalanları da süpürerek, adım adım kurduğu yeni rejimin krizi bu aynı zamanda…
İktidarın krize yaklaşımı, krizi ele alış biçimi zaten çok şey anlatıyor… Atılan her adım, açıklanan her tedbir öncelikle, krizden siyasal fayda devşirmeyi önceliyor. Yerli ve milli cephe yeniden tahkim edilirken, birlik ve beraberlik söylemleri eşliğinde, krizin faturasını ödeyecek olan geniş kitlelere, krizden kazançlı çıkacak az sayıdaki yandaş ile aynı gemide oldukları hatırlatılıyor. Dünün Reis Trump’ı bugünün şeytanı ilan edilirken, baltayla Iphone kırma gibi eylemlerle “isterse bu halk dış düşmanları da, krizden iktidarın politikalarını sorumlu tutan iç düşmanları da hizaya getirir” algısı yerleştiriliyor.
Tabii bu arada halka yastık altı dövizlerini, altınlarını Türk bankalarında Türk Lirasına çevirme çağrıları yapılırken, milyarlarca dolarını yaşadığı ülkeden başka bir yerde tutanlara, bu parayı neden başkalarının muhafazasına bıraktığı sorulmadan yurda getirme kolaylığı sağlanıyor. Hem de Türkiye’yi kara para aklayan ülke konumuna sokacağından korkmadan ve Yolsuzluk Algı Endeksi’ndeki sırasının 81. olduğuna aldırmadan… Kuşkusuz bu yaşadığımız krizde, 2008 yılında dünyanın finansal merkezindeki depremin tsunami etkisini görmezden gelemeyiz. Ancak bu etki dahi, iktidarın iddia ettiği gibi dış güçlerin saldırısının sonucu değil, yine iktidarın bol ve ucuz dövizleri olağanüstü yüksek kar ve rant kaynağı olarak görmesinin bir sonucudur. Öyle ki, iktidar özel şirketler kesimini döviz kredisi kullanmaya teşvik etmiştir.
2009 yılında bir Bakanlar Kurulu Kararı ile döviz kazancı olmayan şirketlere de döviz açık pozisyonu taşıma izni verilmiş, böylece 2009 yılında 65 milyar dolar olan şirketlerin döviz açık pozisyonu 2018 yılında 220 milyar dolara çıkmıştır. Sadece yurtiçi bankalardan alınan döviz kredileri 2009-2018 arasında 28 milyar dolardan 155 milyar dolara yükselmiş… Tek başına gayrimenkul ve enerji sektöründe çalışan şirketlerin toplam borçlarının neredeyse yüzde 90’ı Dolar ya da Euro cinsinden. Madalyonun öteki yüzünde ise ülkede özel sektör kanalıyla yapılan sabit sermaye yatırımlarının, ülkeye giren dövizlerin yalnızca üçte birinden biraz fazla olması gerçeği var. Yani mevcut sabit sermaye yatırım tutarı özel şirketlerin döviz açık pozisyonunu açıklamaktan çok uzak. Üstelik çoğu Kamu Özel İşbirliği projesi olan bu özel yatırımların hemen hepsinde Hazine garantileri var.
Zararların hepsi Hazine’den karşılanacak. Dolayısıyla şirketler sektörünün toplam döviz açık pozisyonunun tamamının karşılığı olarak açıklayabileceğimiz bir yatırım yok ortada. O zaman bu dövizler ya şahsi servetlere aktarıldı ya da vergi cennetlerinde… Son vergi tebliğinin bir nedeni de bu olabilir mi? Bugüne kadar şirketlerin açık pozisyon taşımasını teşvik eden, FED’in Ekim 2014’te bilanço küçültme kararının yol açacağı kur riskine karşı hiçbir önlem almayıp, TL’nin yüzde 40 devalüe olmasından sonra dahi, esnek ve başarılı bir yönetim sergilediklerini iddia eden, faiz artırmayacağız diye diye faizleri yüzde 28’lere zıplatan ve Credit Default Risk’ini 500’ün üzerine taşıyarak Türkiye’yi Eurobond piyasasının dışına attıran iktidar, bu koşullarda hatalarıyla yüzleşir mi, yoksa muhalefetin de desteğini arkasına alıp, dış güçlerin saldırısı demeye devam ederek devşireceği siyasal faydaya mı odaklanır? Ne dersiniz?