Pek çok yönüyle bugünün Türkiye’si Osmanlı devletinin son dönemlerine benziyor. Siyasi, iktisadi, toplumsal bünyede yaşanan sorunlar birbirine benzemektedir. 20. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı devletinin geleneksel siyaseti çökmüştü. Daha büyük sorunlarla karşılaşmamak, kırılma yaşamamak değişimle mümkündü. Osmanlı devleti ya siyasetini değiştirecekti ya da kaçınılmaz olarak çöküş ve çözülme yaşayacaktı. Şimdi Türkiye benzer bir tarihsel kavşakta bulunuyor. Mevcut siyaset çökmüş vaziyette. Ya bir değişim olacak ya da kırılma yaşanacak… Konjonktür bakımından da iki dönem birbirine benziyor. Tıpkı bugün olduğu gibi o zaman da Ortadoğu krizli ve çatışmalıydı. Eski düzen sürdürülemez duruma gelmişti. Yeniden dizayn süreci ve bunun krizleri yaşanıyordu. Sadece Ortadoğu değil, dünya da çalkantılı bir süreçten geçiyordu. Kapitalist modernite güçleri dünyayı paylaşma konusunda anlaşamıyorlardı. Aralarında rekabet ve savaş vardı. Bu durum dünyayı savaşın eşiğine getirmişti. Şimdi de benzer bir durum yaşanıyor.
Osmanlı devleti gereken değişimi gerçekleştiremedi. Bir darbeyle iktidara gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti sorunları savaşla çözme yoluna başvurdu. Devleti dünya savaşının içerisine koydu. Böylece savaş daha geniş bir alana yayıldı ve adına Birinci Dünya Savaşı dediğimiz savaş süreci başlamış oldu. Bu tercih Osmanlı devletinin sonunu getirdi. Şüphesiz benzer sonuçları yaşayan başka ülkeler de olmuştur.
Osmanlı devletinin neden savaş yoluna başvurduğu sorusu önemini hala koruyor. Çünkü buna verilecek cevap günümüz açından da önemlidir. Haklı diyen de var haksız diyen de. Kaçınılmazdı diyen de var. Bu konuda yapılan temel hata Osmanlı devletinin durumu ile İngiltere, Fransa, Almanya gibi devletlerin durumunu aynı görmektir. Kapitalist modernite güçleri dünyanın maddi zenginliklerine daha fazla sahip olmanın mücadelesi içerisindeydiler. Aralarındaki çelişki ve savaş bundan kaynaklanıyordu. Başat sorunları içten kaynaklanmıyordu. Her biri daha fazla dışa açılmak ve bunun önündeki engelleri aşmak istiyordu. Osmanlı devletinin ise sorunları içerideydi. Rum, Ermeni, Kürt, Türk, Arap vb. toplumların ulusal, dinsel, mezhepsel sorunları vardı. Yapılması gereken çoğulcu, özgürlükçü bir anlayışı geliştirmekti. Böyle yapılsaydı gelişmelerin yönü farklı olurdu. Tarih spekülasyonlara gelmez denilir ancak yorumsuz bir tarih olamaz. Bu olmayacaksa tarihin ne anlamı kalır…
Ancak Osmanlı’da bu yapılmadı. İktidardaki İttihatçılar savaşı daha da derinleştirerek ve yayarak sorunları çözmeyi ve güç olmayı seçtiler. Malum, o süreçte dünya savaşın eşiğindeydi. Osmanlı devletinin de savaşa dahil olmasıyla iş daha da ciddiye bindi, zincirleme kaza misali savaş dünyanın her tarafına yayılmış oldu. Bu zincirin en zayıf halkası Osmanlı’ydı. Çünkü İttihatçıların düşündüğü gibi Osmanlı devleti diğer devletler gibi dışa açılarak, şurayı burayı ele geçirerek güç olamaz, sorunlarını çözemez veya kendisine fayda üretemezdi. Neticede bu yanlış seçimden dolayı hepimizin bildiği malum sonla karşılaşıldı. Osmanlı devleti yıkıldı ve Ortadoğu kapitalist modernite güçlerinin işgaline ve açıktan sömürüsüne açıldı.
Gelgelelim günümüze… Şimdi aynı yola AKP-MHP iktidarı başvuruyor. Türkiye’nin temel ihtiyacı demokratikleşme, özgürlüklerin genişletilmesiyken tıpkı Osmanlı döneminde İttihatçıların yaptığı gibi savaşla sorunları çözmeye, güç olmaya çalışıyor. Merkezinde Kürt soykırımı olan bu savaş politikasının Türkiye’yi getirdiği nokta ortadadır. Bunun daha da sürdürülmesi durumunda büyük felaketlerle karşılaşacağımız aşikardır. 31 Mart yerel seçimlerinde yaşadığı hezimete rağmen iktidar açısından bundan çıkışın hiçbir işareti yok. Tam tersine iktidardaki AKP-MHP (ve ek olarak Ergenekon) ittifakı devleti bu yola sürüklemeye devam ediyor. Bunun en son kanıtı Rojava’nın da içerisinde bulunduğu Kuzey ve Doğu Suriye bölgesinde yerel seçimlerin yapılmasına karşı gösterilen refleks, bunun savaş ve işgal gerekçesi olarak gösterilmesidir. Bu yaklaşım yumuşama, normalleşme gibi söylemlerin doğru olmadığını ve olamayacağını açıkça ortaya koyuyor. Olamaz, çünkü değişim ancak Kürtlere yaklaşımın değişmesiyle olabilir. Kürt inkarına ve soykırımına dayalı politika değişmeden başka hiçbir şey değişmez Türkiye’de. Ne laiklik olabilir ne demokrasi ne de başka bir şey. Çünkü her şey asla başarılı olamayacak ve hiçbir fayda getiremeyecek olan bu politikaya kurban edilmek durumundadır. Olsa olsa soyguncu, paragöz, gözü kanlı, çeteleşmiş, mafyalaşmış sermaye şebekeleri bu politikadan faydalanabilir. Nitekim olan da budur. İktidar bütünüyle buna dönüşmüş, devleti de bu çıkarları sağlamanın aracı olarak kullanıyor. Sürekli tekrar edilen beka teranesinin bu politikadan sağlanan çıkarlar olduğu daha iyi anlaşılmış olacak ki yerel seçimlerde Tayyip Erdoğan ve AKP iktidar açısından söz konusu sonuçlar ortaya çıktı. Türkiye toplumu böyle bir sonuca ulaştı ve bunu önemli bir gelişme olarak görmemiz gerekir.
Türkiye toplumu bu sonuca ulaşırken muhalefet de böyle bir düşünüyor mu, bunu rahatlıkla onaylamak mümkün değildir. Zaten Türkiye’de sorun toplum değil, siyasettir. Siyaset toplumun gerisindedir. Bundan da öte, toplumu geride tutmak için çalışıyor. Şimdi CHP yarım ağızla değişim, demokrasi diyor, ama ne yapacağı, yapmak istediği hiç mi hiç anlaşılmıyor. Bazı şeyleri yapmayı erken mi buluyor yoksa doğru mu görmüyor, anlaşılamıyor. Örneğin Kürt sorunundan ve çözümünden bahsetmiyor. Peki, nasıl değişim olacak o zaman? Kürt gerçeği görülmeden ve Kürt sorununun demokratik çözümü ön görülmeden düzelme, gelişme, demokratikleşme nasıl olacak? Statükonun yeniden tesisiyle düze çıkanların sayısı azımsanmayacak düzeydedir. Ortalık bu türden yazar, siyasetçi, yorumcu, düşünürle doludur. Örneğin evvelki gün KRT TV’de Suriye’nin durumu ve birdenbire Türkiye’nin gündemine taşınan Suriye’deki yerel seçimler tartışılıyordu. İsmini aklımda tutamadığım bir yorumcu bunun fırsat olduğunu, PYD’nin düzenlediği seçimlerin önüne geçmek için Beşar Esat’la ittifak kurup birlikte hareket etmemiz gerekir, diyor, program sunucusu da bunu onaylıyordu. Bunlar iktidar adına değil, CHP adına konuşanlardır. Bu, Kürt inkarı ve karşıtlığı üzerinden yaklaşmayı sürdürme anlamına geliyor. Aynı ve benzer yorumcu ve sunucular özgürlüklerin gelişmesinden, demokrasiden de sıkça bahsediyor. Demek ki ya düşüncenin olgunlaşmamasıyla ya da eskinin devamıyla karşı karşıyayız. CHP yönetimi de böyle düşünüp yaklaşıyorsa olumlu bir rol oynaması mümkün değildir. Toplumdan gördüğü ilgiyi de kaybedecektir. Çünkü toplum AKP-MHP’nin benzerini değil, siyaseti değiştirecek güçler istiyor. Türkiye yaşadığı krizden çıkacaksa bu bakış açısının ve politikanın değişmesi gerekir.