16 Nisan referandumu ve 24 Haziran seçimlerinde MHP ile birlikte kotarılan “çoğunluğu alan her şeyi alır” diye özetleyebileceğimiz yeni sistem ve KHK’ler eşliğinde yürürlüğe konan yeni rejim, toplumdaki korku ve endişeyi besleyerek, Türkiye’nin çözüm bekleyen iç ve dış tüm sorunlarını daha da ağırlaştırarak derinleşiyor.
Bugünün Türkiyesi, çoğulculuğun olmadığı, hukukun devlet benim diyen iktidar zihniyetine dayandığı; hesap vermekten; şeffaflıktan uzak; üretken insanları dışlayan; güvenliği abartan ama abarttığı güvenliğin tekrar bir güvenlik sorunu olarak geri döndüğü ve iktidarın, kendi sesinden başka sesleri duymadığı ve korkulan bir iktidar olarak sürekli kendini yeniden kurguladığı bir Türkiye…
Yazar Ayşe Çavdar’ın çok güzel bir benzetmesi var. Bugünkü Türkiye’yi anlamak istiyorsanız yeni yapılan Çamlıca Camii’ne bakın diyor. Kocaman kütlesiyle ufka oturmuş, kendisinden başka hiçbir şeye bakmayı izin vermeyen, görsel ve kentsel totalitarizmin simgesi Çamlıca. Büyük, devasa, korkutucu…
Tüm ülkede Anayasa’nın sınırlarının dışına çıkan bir olağanüstü hal uygulamasının ve OHAL düzenlemelerini kalıcılaştıran son yasanın hem nedeni hem sonucu bu. Korkuyu diri tutmak ve korkutucu olmak!
Birinci ve öncelikli hedefi girdiği tüm seçimleri kazanmak olan iktidarın, kendi politik çıkarları için, sonunu hesap etmeden, sürekli dünyaya meydan okuma hali ve kendi yarattığı krizleri dış güçlerin oyunu olarak paketleyip sunma becerisi de, ultra milliyetçiliği coşturan ama içerideki kırılmayı göz ardı eden siyasi holiganizmi besliyor. Toplumun çoğunluğunun bu politikayı desteklemesi ise, iktidarı bundan sonrası için daha heveskâr yapıyor.
Kuvvetler ayrılığının kuvvetler birliğine dönüştüğü, denge denetimin yok edildiği, temel vatandaşlık haklarının sınırlandırıldığı, hukuki güvenliğin kalmadığı ve Erdoğan’ın istemediği partiye verilen oylar için dahi hesap sorulacağını söylemesinin olağan karşılandığı bu rejimde, krizden krize savrulmak da, toplumun içe doğru patlaması da şaşırtıcı değil. Hele siyasi gündemin bütün damarlarına sinen hamaset dili, gerçeklik algısını yok ederek meselelerin sadece tartışılmasını değil konuşulmasını bile imkansızlaştırıyor. Bu nedenle “görkemli geçmiş” ihyası hayalleri, abartılı güç gösterileri ve vehimleri arasında krizler birbirini kovalıyor.
Gerçekleri konuşamıyoruz. Hayali iç ve dış düşmanlar algısı ile hem gerçeklerin üzeri örtülüyor hem de korku iklimi sürekli diri tutuluyor.
Dolayısıyla krizlerin sebep-sonuç ilişkisi kurulamıyor. Sanki dünyanın dışında yaşayan bir Türkiye var artık…
Ülkeyi yönetenler ve onlara bağlı ve bağımlı medya da bu ateşin altına sürekli odun atıyor. Dünyada pek dostumuz kalmadı. yalnızlaştıkça hırçınlaşıyor, hırçınlaştıkça kendimize daha çok zarar veriyoruz…
Değerli yalnızlık diyerek abukluğunu saklamaya çalıştıkları dış politikasına, dışa bağımlı ekonomisine ve havlu atmış üretim alt yapısına rağmen, Türkiye’nin hala dünya lideri olduğu savına inanan geniş yığınlar ve dolar kurunun tarihi zirve yaptığını dahi yazamayan bir medyamız ve kendi iç kavgalarına hapsolmuş bir muhalefetimiz var.
Durumumuz hiç iç açıcı değil. Özellikle 2011 yılından sonra atılan adımlarla, siyasi; ekonomik; sosyolojik; kültürel… her alanı kangren gibi sararak hızla derinleşen krizi görmezden gelmek ve işler yolunda algısının peşinde koşmak bizi kurtarmayacak.
Hannah Arendt, eğer her gün çok büyük bir olay oluyorsa ve bu olay dünkü olayı unutturuyorsa o zaman toplumun varlığı mümkün değil, diyor. Bugün her gün bir öncekini unutturan krizler döngüsünde yaşıyoruz.
Gerçeklere ayağımızı basmadan ve sorunlarımızla yüzleşmeden tünelin ucunda ışık göremiyeceğiz. İş yine başa düşüyor. Siyasi partileri kendi kısır gündemleriyle başbaşa bırakarak, hep beraber yeni bir demokrasi dilinde uzlaşmanın yollarını bir an önce bulmak zorundayız. Yoksa korkularımız gerçek olacak.