Bundan 25 yıl önce, 26 Kasım 1993’de Federal İçişleri Bakanlığı tarafından “Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ve ardıl örgütlere yönelik dernekleşme ve faaliyet yasağı” getirilmişti. Demokratik hak ve özgürlüklere karşı sert tutumuyla tanınan ve “Almanya’nın Kara Şerifi” olarak anılan CDU’lu Manfred Kanther yasağı Almanya’nın “iç güvenliğine yönelik tehdit” gerekçesiyle savunmuştu. Daha sonra hükümet Alman Ceza Yasasının “terör maddesi” olarak kabul edilen 129’uncu maddesini değiştirerek, “iç ve dış terör örgütleri” tanımlarını kullanmaya başladı.
“PKK Yasağı” olarak tarihe geçen bu adım, sadece son 25 yıl içerisinde on binlerce ceza davasının açılmasına ve sayısız yasal kurumun kapatılmasına değil, aynı zamanda genel anlamda Kürt göçmenlerin en temel hak ve özgürlüklerinin askıya alınmasına, her türlü siyasî ve kültürel faaliyetin yasaklanmasına, ikamet ve çalışma izinlerinin iptaline, mültecilik başvurularının reddedilmesine, vatandaşlığa alınma işlemlerine kısıtlamalar getirilmesine, kısacası yaygın bir kriminalizasyona yol açtı. Alman faşizminin deneyimleri üzerine kurulu olan Bonn Temel Yasası o gün bugündür Kürt göçmenler için geçerli değildir.
Yasağın hiçbir şekilde hukukî olmadığı, aksine siyasî bir karar olduğu konusunda, birçok CDU’lu siyasetçi dahil, hemen herkes hemfikir. Kaldı ki, Luxemburg’daki Avrupa Adalet Divanı’nın 15 Kasım 2018 tarihinde AB Konseyince altı ayda bir yenilenen “AB Terör Örgütleri Listesi” hakkında aldığı son karar, gerek yasakların, gerekse de Alman Ceza Yasası’nın 129 b maddesine dayandırılarak yürütülen kovuşturmaların maddî temelinin olmadığını kanıtladı.
Ancak bu hukukî gerçeğin herhangi bir siyasî sonucu olacağını beklemek, fazlasıyla naiflik olacaktır. Hukuk, siyaseti ve iktidarların kararlarını gerçekten belirliyor olsaydı, Bonn Temel Yasası’na açıkça aykırı olan yasak kararları alınmaz, Kürt göçmenler salt etnik kökenlerinden dolayı kriminalize edilmez, toplumsal grup olarak Kürt göçmenler “potansiyel teröristler” olarak damgalanmazlardı. Artık başka bir kanıta gerek yok: Kapitalizmde hukuk, egemen sınıfların hukukudur ve burjuvazinin çıkarlarına ters düşen her konuda hukukun eğilmesi mubahtır.
Kürt göçmenlerin kriminalize ve stigmatize edilmeleri, Alman emperyalizminin iç ve dış politikalarının gereğidir. Bunu kanıtlayan çeşitli örnek mevcuttur. Örneğin 1996’da “otoban eylemleri” nedeniyle yapılan yasal değişiklikler veya mültecilere yönelik kısıtlamalar, zaman içerisinde Alman halkına genişletilmiş, sendikaların işyeri işgali biçimindeki eylemleri yasaklanmış ve Hartz-Yasaları ile mülteciler için geçerli olan sosyal hak kısıtlamaları, Alman işsizler için de geçerli kılınmıştır. Kısacası, iç politikada neoliberal uygulamaları gerçekleştirmek için gerekli olan her sertleştirme, önce göçmenlere uygulanmış, ardından tüm halk için geçerli kılınmıştır.
Kürt göçmenlerin varlığı aynı şekilde Alman emperyalizminin Ortadoğu’daki çıkarlarının korunması için de kullanılmaktadır. Yani tarih tekerrür etmektedir. 1915’de Rayh Şansölyesi Bethmann Hollweg, “Önemli olan savaş sonuna kadar Türkiye’yi yanımızda tutmaktır, bu uğurda Ermeniler mahvolsalar da” demişti. Alman emperyalizminin günümüzdeki politikalarına baktığımızda, Ermenilerin yerine bugün kimin geçtiğini anlamakta zorlanmayız.
İşin garip yanı, bu gerçeklere rağmen “sorunun” diplomasi ve hukuksal talepler ile çözülebileceğine inananların olmasıdır. Evet, burjuva hukuk devletinde ezilenler ve sömürülenler lehine de kararlar çıkabiliyor – ancak sadece ve sadece uğruna mücadele edildiği takdirde! Tarihsel gerçektir: demokratik hak ve özgürlükler, direniş olmadan ne kazanılabilir, ne de korunabilirler.