Türkiye’de son yılların en büyük ve belki de en önemli problemlerinden biri işsizliktir.
İşsizlik, öncelikle bir gelir kaybını ifade etmektedir. Gelir yoksunluğu, asgari yaşam standartlarının sağlanamaması anlamına gelebilmektedir. Bunun yanında sosyal olarak işsizlik; bireyin toplumla sağlıklı ilişkiler kurabilmesini, statüsünü ve yetkinliklerini gösterebilme şansını etkilemektedir.
Her geçen gün dalga dalga büyüyen işsizlik artarak beraberinde açlığı, sefaleti, yoksulluğu daha da derinleştirmektedir.
İşsizlik ve işsizliğin yol açtığı sorunlar, bunlarla da sınırlı kalmamakta, ekonomik, sosyal ve psikolojik sorunlara da yol açabildiği gibi bireylerin toplumdan dışlanmalarına sebep olabilmektedir. Dolayısıyla işsizlik, sadece ekonomik sorunları, açlığı, yoksulluğu derinleştirmemekte, aynı zamanda bireyin toplumla ve hatta aile fertlerinin kendi aralarındaki ilişkilerini de ciddi anlamda zedelemektedir.
En ücra yerlerde, köylüler, köylerde yaşayan mevsimlik işçiler dahil olmak üzere, iktidarın beton politikalarından dolayı işsiz kalmıştır. Buralarda yaşayanların, yaşam alanları gittikçe daralmış, günlük asgari temel ihtiyaçlarını dahi karşılamaktan aciz hale gelmiş ve iktidarın zehir saçan politikalarından dolayı nefes almak, ayakta durma adeta imkânsız hale gelmiştir.
Yasakçı politikaların süreklilik kazanması sonucu yasaklanan yaylalar, ovalar, dağlara düşen bombalar, derelere kurulan barajlar, HES projeleri, dağı taşı delerek kurulan maden ocakları ülkenin verimli topraklarını kuraklığa, yoksulları çaresizliğe, doğada yaşayan milyonlarca hayvanı açlığa ve susuzluğa mahkûm etmiştir.
Tüm bunları güvenlik politikası adı altında yapan iktidar, köylülere yaylasını, deresini, ovasını yasaklayarak ülkeyi adeta açık bir cezaevi haline getirmiştir. İktidar devletin tüm aygıtlarını kullanmak suretiyle köyleri, dağları, ovaları bilinçli bir şekilde insansızlaştırmak suretiyle insanları ve doğada yaşayan diğer canlıları açlığa, yoksulluğa ve göçe zorlayarak, kendi topraklarında mülteci konumuna getirmiştir.
Doğrudur, devletli sistemler, her zaman sömürebileceği bir coğrafya ve köleleştirebileceği bir halk arayışındadır, buna ilişkin plan ve programları da başuçlarında her zaman hazır bulunmaktadır.
Hayvanını otlatamayan, tarlasını süremeyen, yaylasına çıkamayan köylü dağın başında nasıl yaşayabilir? Geçimini nasıl sağlayabilir?
Yukarıda özet olarak ifade etmeye çalıştığımız politikalar ne insanidir ne de vicdanidir. Köylüyü amansız bir şekilde açlığa iterek mülteci konumuna düşüren, doğasından uzaklaştıran vahşi kapitalist bir tercihtir ve bilinçli bir tutumdur.
Köylüyü zorla göçe tabi tutma anlamına gelen bu politikaların sosyal yönden de birçok soruna yol açtığı görülmektedir. Kendi doğal mecrasında yaşamı engellenen her bir canlı başka yaşam alanlarını, yaşamını başka mecralarda sürdürmenin yollarını aramaya başlar. Bu serüvenin sonunda da doğasını terk edenlerin yabancısı oldukları yerlerde, güvencesiz ve ucuz iş gücü olarak kullanıldıkları, asgari temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamadıkları bilinmektedir. Böylelikle kendine yabancılaşan, ülkesinde mülteci konumuna getirilen kişilerin sosyal, ekonomik ve ailevi bağları zayıflamaktadır. Bu durum zamanla toplumsal ve psikolojik çatışmalara neden olmaktadır.
Son günlerde sıkça karşılaştığım bir örneği anlatmak istiyorum.
Köyünden ayrılmak zorunda bırakılan birkaç işçi arkadaşın hikayesini kısaca anlatmak isterim. Geçim sıkıntısı yaşayan köylü arkadaşımız metropollerde, aklına gelebilecek çalışan herkesi arar, ulaşabildiği tüm firmalara ulaşmaya çalışır. Olumlu bir cevap aldığı takdirde eline valizini alır, yola koyulur. Bunlar sıkça karşılaştığımız hikayelerdir. Metropolü bilmeyen, herhangi bir iş deneyimi olmayan bir arkadaşımız ne iş yapabilir ki, ya merdiven altında iş yapan, sigortasız, güvencesiz bir tekstil atölyesinde, ya hizmet sektöründe yapabileceği bulaşıkçı, temizlikçi, çaycı vb. gibi işlerde ya da kağıt toplama, meyve sebze hallerinde hamallık işlerinde çalışır. Veya inşaat işinde çalışır. Gelenlerden kiminin işi yaver gider ama bazılarının planları, umutları umdukları gibi olmaz. Eş-dosttan, ailesinden aldığı son parayla yola çıkan arkadaşımız, sözleştiği arkadaş, patron, işveren veya o an kiminle muhatap olup güvendiyse, “çık gel, iş hazır” deyip mega kentlere çağrılır. Tabi büyük şehre geldikten sonra “çık gel, iş hazır” diyen kişilerin, gelen kişinin telefonuna cevap vermedikleri ve hatta engelledikleri sıklıkla yaşanmaktadır. Ya da bir iki gün bekle deyip geçiştirilen işçinin/köylünün ne kalacağı yeri bulunmakta ne yiyeceği yemeğe, ne de içeceği suya vereceği parası kalmaktadır. Eş-dosttan, ailesinden kıt kanaat artırdığı ya da borçlandığı parasından da olan işçinin/köylünün büyük çaresizliği burada başlamaktadır. Ancak örgütlü olanların, sendikası olanların sağlayacak, asgari temel ihtiyaçlarını karşılayacak dostları, yoldaşları ve en önemlisi örgütü vardır. Tabii bu halde de mağduriyeti devam edenler olabiliyor.
İşçinin / köylünün türlü umutlarla gittiği metropollerde, akrabası, arkadaşı yoksa, ayrıca örgütlü değilse vay haline…
Söylediklerimiz herhangi bir filmden kesit değil, Dostoyevski’nin Çarlık Rusyası’nda geçen Suç ve Ceza adlı kitabının kahramanı Raskolnikov’un da hayat hikayesi veya okuduğumuz herhangi bir roman da değil, sıklıkla karşılaştığımız 80’li, 90’lı yılların Türkiye’si de değildir. Anlatılan hikaye gibi hayatlar 2023’ün Türkiye’sinde yaşanmaktadır.
Can yakıcı bu sorun çok acı bir şekilde karşımızda duruyor. Sıkça yaşadığımız bu sorun onlarca arkadaşımızı hayatından, yaşamından, geleceğinden, köyünden, sevdiklerinden etti. En önemlisi de bir umutla iş için gelen işçi arkadaş, ailesine, çoluk çocuğuna karşı olan sorumluğu yerine getirmediği için bir kez daha hayata karşı yenilmiş oluyor.
Bu durumu yaşayan binlerce kişiyi koruyan, güvencesiz koşullarda çalışmasına engel olacak yasal ve idari düzenlemeler yetersizdir. İş bu karmaşaya son verilmesi, binlerce, milyonlarca insanın umutlarını diri tutmak elzemdir. Aksi halde umutları tükenen işçilerin, köylülerin gelecekleri de umutları da kalmayacaktır.