Birbirini mesut eden günlerin hatırasını sık sık ama özlemle anımsıyoruz. Dilimiz döndüğünce kelimelerden kelime beğeniyoruz. Öyle bir vakit gelip kapıya dayanmış ki, neredeyse tek bir güzel gün kalmadı bize son yıllarda. Dar, hızlı, aceleci, telaşlı, ezici yılların ağırlığı altında sadece yaşamak için yaşamaya çalıştık. Bir de birbirinin önüne geçen tesellilere sığındık.
Gündü, geceydi, haftaydı, aydı ve nihayetinde yıllardır aynı tekdüzelik içinde debelendik. Yılmadık ve adını yine de yaşamak koyduk, utanmayıp hayat da biçtik. Bazı günleri kıyasladık da. Nispet eder gibi, niyet etmek misali vardık bugünlere. Bugünler ve saatler içinmiş nedense. Buna da kandık ve kandığımıza şüphe bırakmadık.
Fayda arayanlar, çıkar kovalayanlar, yıldızları barışsın ve parlasın diye uyuyup uyananlar bir tarafta ama. Diğer tarafta minnetsiz bir inançla, karşılıksız ama alacaklarını heybesinde saklayarak güne öfke ile başlayan, günü öyle de bitiren. Yani ayrı ama aynı yerde gibi görünenler. Bir de yarınlar için bedel verenler, ölenler, ölümden sıyrılanlar bir başka yerde ve tarafta. Yani bizim tarafımız, taraftarı olduğumuz.
Kalender bir öfke göğsümüzde, sabırlı bir karar zihnimizde. Tutunduk onlara. Tutulduk ve bu yüzdendir ki hiçbir yere savrulmadan yerimizde kaldık. Şiirler okuyup yeni şiirler yazdık. Şarkılar dinleyip yeni şarkılar besteledik. Resimlere bakıp yeni resimler çizdik. Oyunlar izleyip yeni oyunlar yazdık. Hepsine şükür, her birine ayakta alkış.
Ece Ayhan bir şiirinde der, “Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında / Bir teneffüs daha yaşasaydı / Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür / Devlet dersinde öldürülmüştür.” Çünkü der ve ekler yine; “Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim.”
Yani bizim büyümüşlüğümüzde çok ölümler var ve arkamıza bakıp bakıp bugünlere gelmişizdir, gidiyoruzdur da. Arkamıza üzüntüyle baka baka büyüdük.
Kavafis’e geçeriz bir an: “Neyi bekliyoruz böyle toplanmış pazar yerine? / Bugün barbarlar geliyormuş buraya.” Mayakovski ile cevabı yetiştiririz: “Hayal kuran düşüncenizi, / kanlı bir yürek parçasıyla tedirgin edeceğim, / dalga geçeceğim, geberesiye küstah ve zehir dilli.”
Furuğ’dan biliyoruz onları ve tanıyoruz: “Ve bu dünya yılan yuvasına benziyor / ve bu dünya / öyle insanların ayak sesleriyle doludur ki / seni öpüyorken / kafalarında seni asacakları urganı örüyorlar.” Sonra yine onun sesiyle itiraz ediyoruz: “Ellerimi bahçeye dikiyorum, / yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum.”
Shakespeare’den bu zamana kadar faş edilmişti zaten: “Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez. / Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini, / Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz, / Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,” Bu yüzden sözü Turgut Uyar’a bırakırız tüm inadımızla: “Kırlardan geliyorlar ellerinde sümbülteber /elbette kırlardan kırlardan gelecekler / başka türlü nasıl güzelleşir bu akşamüstleri / söyleyin nasıl dayanılır dükkanlara depolara / bu katran kokusu başka türlü nasıl geçer.”
Bir ağaç diktik tüm ölülerimiz adına. Gölgesinde serinlemek inadına, yine o ağacın altına doğru yürüyoruz Edip Cansever’in dediği gibi; “Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte / Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel / O başkası yok mu bir yanındakine veriyor / Derken karanfil elden ele.”
Yeniden yürüyoruz o ağaca doğru. Yaprakları biraz döküldüyse de, seyreldiyse de biliyoruz ve tanıyoruz o ağacı Adnan Yücel’den beri: “Bin kez budadılar körpe dallarımızı / bin kez kırdılar. / Yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz / bin kez korkuya boğdular zamanı / bin kez ölümlediler / yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz. / Bitmedi daha sürüyor o kavga.”
Haftanın kitap önerisi: İtalo Calvino, Sandık Gözlemcisinin Uzun Günü / Çeviren: Semin Sayıt, Yapı Kredi Yayınları