Sakarya’da bir baba-oğulun önü kesilerek “Kürt müsünüz?” diye soruluyor; “Evet Kürdüz” yanıtını alan kişi baba Kadir Şakçı’yı öldürüp oğlu Burhan Şakçı’yı da ağır yaralıyor. Saldırgan, kameralara sarhoş taklidi yaparken Sakarya valiliği de resmi açıklamasında, “toplumu ayrıştırmaya ve kutuplaştırmaya yönelik asılsız ve maksatlı haber ve beyanlar”da bulunulması ihtimaline karşı tehditler savuruyor. Türkçe meali: Irkçı saiklerle işlendiği bariz bir cinayetin “nefret suçu” niteliğini ifşa edecek olanlar “suçlu” ilan ediliyor.
2018’in son kötülüğü işte diye geçiriyoruz içimizden… Önümüzde toplum olarak yeni bir yıl, yeni bir başlangıç umudu var ne de olsa. Ama hayır, öyle olmuyor. Daha bir nefret kurbanının kanı kurumadan bir “ulusal” nefret suçu daha işleniyor: Yılbaşı gecesi bir televizyon kanalındaki canlı yayın esnasında, CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun Kürtçe yeni yıl mesajı ekrana yansıtılıyor; “Adam kim bilir ne söylüyor? Bunun derdi de bu” gibi hakaretler eşliğinde… Hakareti sarf eden şahsın sarhoş taklidi yapmasına bile gerek yok çünkü bu nefret söylemi bırakın savcıları harekete geçirmeyi, anaakım medya tarafından “görülmüyor” bile.
1990’lı yılların siyaset kuramı tartışmaları, demokrasi sınırlarının ötesinde denilebilecek bir boyuta geçmiş bulunuyordu. Dünyada eleştirel düşünce, anti-komünizmin siyasal baskılarından nihayet kurtulmuş, yeni kolektif tahayyüllerin arayışı içine girmişti. Değişen sosyolojik ve kültürel zemin, toplum olarak sürdürülebilir yeni birlikte yaşama modelleri arayışı içinde demokrasi kavramının güncellenmesi gereğini dayatıyordu. Siyasal temsil pratiklerine içkin muğlaklığın giderek daha çok belirginleştiği koşullarda, temsili demokrasiye eklenecek ya da onun yerine geçecek katılımcı, müzakereci ve radikal demokrasi gibi yeni siyasal model arayışları uluslararası akademi camiası içinde hararetli bir dolaşım halindeydi. Siyasal eşitlik ve sosyal adalet ilkelerinin çok-kimlikli, çok-kültürlü ve çok-inançlı çağdaş toplumlarda gerçekleşme koşulları soruşturuluyor, homojen bir toplum sözleşmesi yerine farklılıkları güvence altına alan pozitif ayrımcılık gibi ilkelerle takviye edilmiş yeni bir siyasal kültür oluşturma ihtiyacı, tarafların ortak paydasını oluşturuyordu. Öte yandan, toplumsal ve siyasal dinamikleri ulus-devlet ötesi ölçekte yeniden kavrama zorunluluğu, küresel sivil toplum ve uluslar-üstü yönetişim gibi kavram ve olguları da tartışma zeminine eklemekteydi. “Katı olan her şeyi buharlaştıran” analitik sorgulama, demokrasi öğretisine içkin normatif değerlere kadar uzanıyordu. Tolerans kavramı da, sorguya çekilen bu temel değerlerden biriydi.
Tolerans kavramının soykütüğü araştırması, antik ve Judeo-Hıristiyan geleneklerden süzülüp Aydınlanma felsefesine sızma süreci içinde anlatı dışı bırakılmış “saygı” ve “tanınma” gibi iki önemli alternatif kavramı da yeniden tartışma eksenine dahil ediyordu. Hoşgören ile hoşgörülen arasında bir ön-kabul olarak “hoşgörü” kavramına içkin semantik hiyerarşi, taraflar arasında somut bir güç ilişkisini de ele verirken, saygı ve tanınma kavramlarında hiyerarşik olma şartı içermeyen bir karşılıklılık söz konusuydu. Reaganizm, Thatcherizm ve 12 Eylül rejimi gibi anti-komünist belâlar geçmiş yüzyılın çöplüğünü boyluyor yeni binyılın toplumsal ve siyasal dinamikleri, yeni bir kolektif özgürlük tahayyülünü zorunlu kılıyordu. Ve bu tahayyül içinde, tolerans gibi klasik liberal normlar aşılmış olmalıydı.
Yirmi küsur yıl sonra, o tarihlerin çiçeği burnunda siyaset bilimcileri kuşağı, geriye dönüp baktıklarında eminim aynı şeyi düşünüyorlar: Meğer tolerans kavramına fazla hoyrat davranmışız. Çünkü zamanımızda dünyanın dört yanında her geçen yıl yeni bir seçim zaferi kazanmakta olan sağ popülist otoriter rejimler, “tolerans” normunun çok gerisine düşmüş bir Biz-Onlar (Dost-Düşman) kutuplaşması üzerine inşa edilmekte.
Hoşgörü yokluğunun önce en savunmasız kesime yönelik saldırılarla, devletin de zaten bütün aygıtlarıyla üzerine yüklendiği Kürt kimliğine saldırarak yüzeye vurması şaşırtıcı değil. Ama nefret, göle atılan taş gibidir. İşte yeni yıl, yeni bir başlangıç demeye kalmadan bir kötülük haberi daha: Sınavda kopyadan yakalanan bir “hukuk” öğrencisinin, bir kadın akademisyeni öldürmesi. Hastanelerde hekimlere saldırılardan sonra kanıksamaya başlamaktan korkmamız gereken bir şiddet furyası tehlikesi daha. Farklılıklara tahammülsüzlük ve anlaşmazlıkların şiddet yoluyla çözüleceği inancı, Hannah Arendt’in deyişiyle “kötülüğün sıradanlaştığı” bir cehennemin kapılarını aralamakta.
Bir gün tolerans normu ile yolunuz çakışacak olursa, ona karşı hoşgörüde sakın kusur etmeyin.