Napolyon Bonaparte’ın “hırsız ve ayyaş” yeğeni Luis Bonaparte, Gramsci’nin Marx’tan esinlendiği tanımıyla “her ikisinin de (burjuvazi ve proletarya) kendi kampları içinde bir yeniden inşa iradesine özerk ifade kazandırmaya muktedir olamayışlarının” yarattığı belirsizliği iktidara gelmek için nasıl kullandığını biliyoruz. Köylülüğün amcasının hatırasına olan bağlılığı ve mevcut belirsizlikten yaka silker halini manipüle ederek 1848’de yapılan seçimlerde yüksek oy oranıyla cumhurbaşkanı seçilen bu zat, daha o tarihlerde faşist örgütlenmelerin temellerini atar. Köylülükle manipülasyona dayalı ilişkisini sürdürürken kentlerin denetimini ele geçirmek için de hırsız-uğursuz kim varsa 10 Aralık Derneği’nin çatısı altında toplar. Kişiliğinden de bağımsız olarak o dönemde burjuvazinin bütünsel bir siyasal duruş geliştirememesinin aşılmasında önemli bir dönemecin simgesi olan bu isim, söz konusu derneği, işçileri ve burjuvazinin titrek kesimlerini sindirmenin aracı olarak kullanır. Çatısı altında topladığı o karanlık gücü sokakta terör estiren bir araç olarak kullanmayı tasarlar, sonrasında yaşadığı bazı çelişkiler nedeniyle resmi olarak tasfiye etse bile fiilen kullanmaya devam eder.
Linç grupları olarak kullanılan bu güruhlar kapitalizm döneminde bir ilk olmakla birlikte Fransa ve Bonaparte’la sınırlı kalmaz. Rusya’da çarlığın örgütlediği Kara Yüzler de aynı mantığın ürünüdür mesela. Sonrasında emperyalizm çağında burjuva devlet biçimlerinden biri olarak daha kurumsal bir nitelik kazanan faşizmin ilk örneklerinden İtalya ve Almanya’daki sivil terör gruplarının neler yaptığını biliyoruz.
Türkiye tarihi de bu açıdan oldukça zengindir. MHP ve MHP üzerinden estirilen faşist terörün sınıf mücadelesi üzerinde nasıl bir etki yarattığını, bu odağın burjuva devlet ve dahası NATO’yla nasıl bir organik bütünlük içinde olduğu son derece kanlı tecrübelerle sabittir.
Suriyelilere yönelik olarak Kayseri’den başlayıp birçok kente yayılan ve sosyal medya ordusuyla sürekli kışkırtılan ırkçı şoven dalga, sistemin vurucu gücü olan bu güruhların bu sefer de göçmenlerin hedefe çakılması üzerine örgütlenmeye çalışıldığını, ruhlarına taze bir nefes üflendiğini gösteriyor. Bu nefesi üfleyen odaklar bellidir. Resmi açıklamalardan da anladığımız, yaratılmaya çalışılan bu hazır linç kıtaları da tıpkı Bonaparte’ın 10 Aralık Derneği ya da Hitler’in, Mussolini’nin paramiliter çeteleri gibi hırsız-uğursuz-tecavüzcü bir tortudan oluşuyor. Bu tortunun kütlesi değildir mesele, işlevidir. En önemli işlevleriyse halkın bilinçsiz öfkesini, oluşturulmuş hassasiyetlerini kaşımak, onu kendisiyle birlikte sürükleyerek linççi bir güruha dönüştürmek ve ruhunu daha da karartmak, kendi davasından daha fazla uzaklaştırmaktır.
Bu tortunun göçmenlere yönelik her tepkiyi bir pogrom ayinine-tatbikatına dönüştürdükleri anlaşılıyor. Onları yönlendiren odakların bu tatbikatlardan çıkardıkları sonuçları geleceğe ilişkin oluşturdukları karanlık senaryolara hazırlık amacıyla kullandıkları…
O gelecekte ne var?
Kürt halkının tüm tarihsel kazanımlarının yok edilmesi, işçi ve emekçilere IMF komiseri Mehmet Şimşek’in deyimiyle 17 bin 2 liralık asgari ücretin bile çok görülmesi –ki açlık sınırının dahi 2 bin lira altında bir rakam bu-, sömürünün dizginsizleştirilmesi, doğanın maden-enerji-turizm-inşaat ve hatta kereste tekellerine/şirketlerine peşkeş çekilmesi, kadınların aile denilen burjuva zindana daha fazla hapsedilmesi, gençlerin yeni müfredatlardan ve Meclis’te bekleyen Öğretmenlik Meslek Kanunu’ndan da anlaşılacağı gibi “dindar ve kindar” sömürü nesnesi haline getirilmesi… vs. var. Sistemin “makbul” sınırlarını reddeden her kesimin hedef olması…
Bir dünya savaşından bahsedildiği, silahlanma ve militarizmin alıp başını gittiği, on binlerce cihatçı çetenin beslenerek el altında tutulduğu, emekçilere giderek ekmeğin bile çok görüldüğü, Kürt halkının her parçadaki kazanımlarının özel hedef haline getirildiği bu koşullarda mevcut tortunun nasıl bir kütle olarak kullanılacağını kestirmek zor değil.
Tortulaşmış kesimlerden oluşan bu kütlenin geleceğe hazırlanmasında göçmenler elverişli bir hedef. Çünkü işsizliğin, artan kiraların, düşen ücretlerin sebebi olarak gösterilmeleri kolay. Hayatın doğasına uygun olarak kültürel farklılıkların kaşınmasına elverişli bir kitle. Sosyal medyada her gün on binlerce paylaşımla sahilleri işgal ettikleri, tacizci oldukları propaganda ediliyor. Hiç kimse nasıl sömürüldüklerinden, nasıl aşağılandıklarından bahsetmiyor. Solun bazı kesimleri bile bu kitle içindeki cihatçı unsurlardan ve bu unsurların devletin elinde nasıl kullanılacaklarından yola çıkarak daha inceltilmiş göçmen karşıtlığının adresi olabiliyor.
Devletin çok amaçlı göç politikasının faturası Antalya’da bu güruhlar tarafından katledilen 17 yaşındaki işçi El Nafi gibilerine çıkarılıyor.
Bu böyleyken Kürdistan’da tablo farklı mı? Hizbullah artıklarının son zamanlarda estirdiği terör, Filistin’i ya da “yaşam tarzlarını” bahane ederek hem gündem belirleme hem de halkı sindirip manipüle etme çabası bu kapsamda yabana atılamayacak bir tehlikedir. Kürt halkının tarihsel birikimleri, direniş dinamikleri, daha örgütlü yapısı bu girişimleri elbette püskürtecektir. Nitekim bu paramiliter kesimlerin panzehiri de hayatın her alanında örgütlü olmaktan geçmiyor mu?
İşyerlerinde, mahallelerde, yaşamın her alanında örgütlendiğimiz oranda bu kütlenin provokasyonlarını da kışkırtmalarını da boşa çıkarabiliriz. Antep’te Suriyeli işçileri taşıyan işçilerin aracının taşlanmasının BİRTEK-Sen üyesi işçiler tarafından engellenmesi ya da devrimcilerin az çok örgütlü oldukları yerlerde bu tür kışkırtmalara müdahale ederek engel olmaları bu açıdan öğreticidir. Antifaşist mücadelenin öz savunma biçimleriyle birlikte düşünülecek bir perspektif ise zorunludur.