M. Ender Öndeş
Geçtiğimiz haftalarda Kemal Can’ın Medyascope’da yazdığı “Sürdürülemez ama ya sürdürebilirse?” başlıklı yazı, önce bana da aşırı karamsar görünüyordu ama sonradan üzerinde düşündüm biraz. Can, bugünkü durumun sürdürülemez olduğunu düşünen ve argümanlarını “bu böyle gitmez”, “sürdüremezler” üzerine kuran muhalefeti eleştirirken, “Defalarca ekonomik ve siyasi krizler üreten, giderek bu krizleri bir yönetme aparatına çeviren (hatta üretilmiş krizleri birbiri için kullanışlı hale getiren), zorunlu krizlerinden kaçmak yerine onları kullanmayı beceren bir tarzdan bahsediyoruz. Sürdürülemez durumu, sürdürmeyi başararak atlatmak diyebiliriz buna” diyor ve iktidara yönelik mücadelenin başka bir yerden kurulmasını öneriyordu.
Bu, muhalefet cenahında bir süredir var olan bir sıkıntı aslında. Çoktandır grup konuşmalarını karakterize eden sözcükler hep aynı: “Yönetemiyorlar”, “gidiyorlar”, “tükendiler”, vb… Ama reel durum öyle değil: Yönetiyorlar. Kötü yönetiyorlar ama yönetiyorlar. ‘Beceri’ midir ‘can havli’ midir orası ayrı bir tartışma ama bizim canımız öyle istiyor diye bir yere gitmedikleri, gitmeyecekleri kesin
Biraz kulvar değiştirerek ilerlersek, Can’ın söylediklerinin Marksist teoride de bir yeri var aslında. Tam böyle değil tabii; daha çok ‘devrim’ bağlamında yapılan bir tanımdır o. Burada uzun alıntılarla okuru sıkmak istemem ama Lenin’in bakış açısından çok kabaca özetlenirse, ‘Devrimci Durum” toplumun bütün kesimlerini etkileyen derin bir ekonomik/siyasal/sosyal kriz hali sonucunda, ezilen/yönetilen kitlelerin eskisi gibi yaşamak/yönetilmek istememesi, ezen/yöneten sınıfların da eskisi gibi yönetemiyor olması halidir. Genelde, bu koşullar, terminolojide ‘objektif unsur’ olarak tanımlanırken, ‘sübjektif unsur’ olarak anılan ise, kitlelerin devrimci eylemler yapabilme yeteneği ve örgütlülüğüdür. Kavramın doğası gereği, bu durum da devrimci bir iradenin varlığına denk düşer.
Ancak bu koşullar bir araya geldiğinde, bir devrim ya da köklü herhangi bir değişiklik gerçekleşebilir. Yoksa en derin kriz koşullarında bile hiçbir iktidar, bir biçimde ‘itilmedikçe’ kendi kendine yıkılmaz.
Sorun da tam burada ama. Genelde bir bütün olarak ortaya konulan bu koşullar toplamı, pratikte zaman zaman birbirinden ayrıştırılır ve ‘objektif’ koşullar ile ‘sübjektif’ unsur arasında mekanik bir ardışıklık ilişkisi kurulur. Evet, birincisi, devrimci siyasal iradenin yaratabileceği bir durum değildir; krizi siz yaratamazsınız. Ama öte yandan, krizle devrimci irade arasındaki ilişki, “bekleyip punduna getirme” ilişkisi de değildir. Devrimci irade, bekleme odasında oturup, krizin derinleşme noktasında “öne atılan” bir fırsatçılar grubu değil, tersine, krizin içsel bir parçası olarak onu derinleştiren ve olgunlaştıran bir şeydir. Daha da ileri gidelim; devrimci irade ve kitlelerin eylemi yoksa eğer, hiçbir kriz, tam bir ‘yönetememe’ halini de ortaya çıkaramaz. Ezilenlerin durumu değiştirecek mecali yoksa ülke bal gibi de yönetilir, berbat yönetilir ama yönetilir.
Elbette devrimle seçim birbirinden tümüyle farklı olgulardır; bunun tartışılması bile abestir ama sonuç olarak herhangi bir iktidarı herhangi bir yoldan değiştirmek istiyorsanız, o iktidarın ülkeyi yönetemediği, yönetilenlerin de yönetilmek istemediği koşulların kendiliğinden oluşmasını bekleyemezsiniz. Siz günde beş defa “yönetemiyorsunuz” dediğiniz için de o ülke “yönetilemez” hale gelmez. Dahası, bir değişim umudu ve eyleminin olmadığı koşullarda insanlar gitgide kötüleşen o ‘yönetme’ biçimine de katlanır hale gelirler. Elbette herkes pazara gittiğinde, kendi yaşamlarıyla efendilerin yaşamlarını kıyasladığında sezgisel olarak durumun katlanılamaz olduğunun farkına varır ama onların içindeki gücü açığa çıkararak eyleme dönüştürecek bir çaba, bir irade yoksa ya da yetersizse, bırakın devrimi bir seçim başarısının bile durumu değiştirmesi mümkün değildir.
Sonuç olarak Kemal Can, “Bir politika tercihine muhalefet etmek, hele ona alternatif olmak, sürdürülebilmekle ilgili olmamalı” derken haklı gibi görünüyor. Heybesinde çok sayıda suç biriktirmiş olan bir iktidarın karşısında durup “sen bu işi beceremiyorsun, git artık” demek, bu açıdan anlamlı değil, sonuç alıcı da değil. Halihazırda “sürdürülen” yönetim biçiminden memnun olmayanları -en hoşnutsuz ve en öfkelilerden başlayarak- bir araya getirip harekete geçirmek yerine, iktidarın ne zaman hangi duvara toslayacağı üzerine fal açmaya devam ederseniz, o zaman da Ahmet Hakan’dan şikayet etmeyeceksiniz. Adam yalaka olmasına yalaka, tamam ama muhalefete “doların yükselmesine bel bağlarsanız…” diye ayar verirken haksız olduğunu söyleyebilir miyiz?