Marcus Rediker*
18. yüzyılda Avrupa’nın açık deniz gemileri, dönemin en gelişmiş teknolojilerinden birini temsil ediyordu; korsanlar, bir grup işçi bu teknoloji harikasının yönetimini ele geçirdiğinde neler olabileceğini göstermişlerdi. Gemilerin korsanlar tarafından ele geçirilmesi, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başlarında işçilerin fabrikaları ele geçirmesine benzer. Aslen denizci olan korsanlar, işyerlerini ele geçirip bambaşka şekilde örgütlüyorlardı. Kaptanlarını kendileri seçiyor, disipline dayalı düzeni değiştiriyor, bol yemekli-içkili ziyafetler düzenliyorlardı. Ticaret veya savaş gemilerinden bildikleri gemi hayatına her yönüyle karşıttı bu sistem. Böylesine güçlü makinelerin kontrolünü ele geçirmiş olmaları, onları dönemin devletleri açısından tehlikeli hale getiriyordu. Yetkililerin bu adamları asmak istemesinin sebeplerinden bir tanesi de, gemilerdeki bildik toplumsal düzeni altüst eden topluluklar yaratmış olmalarıydı.
Mesele yalnızca özel mülkiyete saldırmaları değildi. Tabii bu da işin önemli bir parçasıydı ama, korsanlar aynı zamanda bir gemiyi başka yöntemlerle yönetmenin mümkün olduğunu gösteriyorlardı – gemicilikteki başka iş kollarında da tehlikeli sonuçları olabilecek bir şeydi bu. Kendi kaptanını seçme fikri başlı başına görülmemiş bir uygulamaydı, zira 18. yüzyılda bir geminin kaptanı neredeyse mutlak iktidara sahipti.
Korsanlardan bazıları daha önce köylü isyanlarına katılmış kişilerdi. Bazıları kent kalabalıklarının parçasıydı. Unutmayın, demokrasi öncesi bir dönemden bahsediyoruz, onun için kaptanları ve diğer görevlileri seçimle başa getirmenin büyük bir yenilik olduğunun altını çizmek lazım. Dünyanın hiçbir yerinde seçim hakkına sahip olmamış bu yoksul insanların demokrasinin tarihinde payı var. Hikâyenin en çarpıcı yanı da burası: Bu insanlar zevk için denize açılmış aristokratlar değildi; farklı bir toplum kurmaya çalışmak gibi olağanüstü bir işe kalkışmış yoksul işçilerdi.
Çalışmalarıma ilk başladığımda, dünya piyasasının oluşumunda şiddetin ne kadar önemli bir araç olduğunu fark ettim. Köylülerin mallarına el konup emekçiye dönüştürülmelerinde, dünya piyasasının örgütlendiği gemilere ve plantasyonlara götürülmelerinde şiddet başat araçtı, ama aynı zamanda malların nakliyesindeki emeği örgütlemek için de elzemdi. Arkaik bir üretim tarzının bakiyesi değildi bu şiddet, son derece işlevseldi; amaç, geminin işlemesini sağlamak, kaptana insanları kontrol etme kabiliyeti kazandırmaktı. Ticaret gemilerinde, savaş gemilerinde yaşandığını gördüğümüz şiddet buydu. Korsanlarsa kendi karşı-kültürlerini yaratıyorlardı.
Darağacı Tiyatrosu
18. yüzyılda cezalandırmaların ibret verici olması amaçlanırdı. Sözgelimi halka açık idamlar, özel mülkiyete ve iktidara saygı göstermeyi, ait olduğu yeri bilmeyi öğretmek üzere tasarlanmış gösterilerdi. Darağacında özel bir korku tiyatrosu sahnelenirdi. Bu gösterilerde rolü olan nice insan, geçmişi hayli gerilere giden etkileyici bir geleneğe uyardı: otoriteye küfretme, “ölüm oyunu”na katılma, teslim olmayı reddetme, korkuyu belli etmeme geleneği. Korsanlar, genelde kolonilerdeki en zenginlerin de aralarında bulunduğu büyük kalabalıkların karşısında idam edilirdi. 1720’de Virginia’da, idama mahkûm edilen korsanlara infazdan önce birer bardak şarap verilmiş; içlerinden biri, “valinin belasını bulması ve koloniyi kargaşa sarması” şerefine kadeh kaldırmış. Kimileri idamları izlemeye muhtemelen sırf mahkûmların iktidar sahiplerine küfrettiğini görmek için gidiyordu. Aralarında heyecan verici bir şey izlemek veya kanunun tüm heybetiyle uygulandığını görmek isteyenler de vardı elbette ama yoksullar başta olmak üzere önemli bir kesimin niyeti başkaydı. Asılmak üzere olan insanlarla dayanışmalarını göstermeye gidiyorlardı. Mesela 1717’de Jamaika’da yaşanmış bir olayın kaydına rastladım: Halktan bir grup, asılmak üzere olan korsanları darağacından kaçırıyor. Böyle şeyler çok sık yaşanmıyor çünkü idamlarda genellikle silahlı muhafızlar oluyor, ama kitlenin direnişi de darağacı etrafındaki toplumsal dinamiğin bir parçası.
Halkın direnişinde daima şiirsellik vardır. İnsanların son derece çetin, hatta ölümcül koşullar altında kendi kendilerine, kendileri için neler yapmaya çalıştıklarını anlamak bizim için önemli. Direnişin bir güzelliği var…
Jolly Roger
Korsanlar siyah bayraklarını ölüm sembolleriyle süslüyorlar: çapraz kemikler ve kurukafa, veya çoğunlukla bütün bir iskelet, elinde bıçak, kılıç, ok veya kum saati. İskeletin elindeki silah genelde bir kalbi nişan almış oluyor, kanlar akıyor. Yani korsan bayrakları genelde zannedildiğinden daha karmaşık. Detaylarında epey ince işçilik var, sonuçta denizciler sürekli yelkenleri onardıkları için iğne iplik kullanmakta maharetliler.
Kara bayrağın iki temel anlamı var. Biri gayet açık ve anlaşılmaması imkânsız. Korsan gemisi potansiyel bir ganimete yaklaştığında Jolly Roger’ı göndere çekiyorsa mesaj nettir: ya teslim olursunuz ya da ölürsünüz. Sembol işe yarar. Bayrak çekildiğinde, diğer gemidekiler neredeyse istisnasız teslim olur; karşı koyarak korsanları kızdırmak istemezler, ne de olsa er geç ellerine düşeceklerdir: Korsanların gemileri daha hızlı, silahları ve sayıları daha fazladır.
Kara bayraktaki sembollerin ikinci anlamı, sonradan korsan olan denizcilerin emek tarihinden geliyor. Kurukafa ve çapraz kemik sembolü ilk kez ticaret gemilerinde ortaya çıkıyor: Kaptanlar, ölen her denizci için seyir defterine bu işareti çiziyor. Korsanlar bu sembolü alıp tersyüz ediyor: “Ölümcül bir işe mahkûm edilmişiz, şimdi bu sembolü alıp bayrağımıza koyuyoruz. Bu sembolün altında savaşacak, onun altında yaşamı bulacağız. Başka türlü bir hayat sürecek, kendi kurduğumuz yeni bir toplulukta yaşayacağız.”
Bayraktaki sembolizmin bir diğer unsuru da dine, daha doğrusu dinsizliğe gönderme. Roger, şeytana takılan isimlerden biri – Jolly Roger: Bahriyeli Şeytan, veya Neşeli Şeytan. İsmin cinsel bir iması da var, “Roger” Londra argosunda “penis” veya “düzüşmek” demek.
Korsanlar kara bayrağın yanı sıra kızıl bayrak da kullanıyordu, deniz kuvvetlerindeki geleneksel sembollerden biriydi bu: Bir gemi kızıl bayrak çektiğinde, teslim olmayacağı, karşı tarafın da teslim olmasını kabul etmeyeceği anlamına geliyordu. Yani ölümüne bir savaş olacak demekti. Denizlerde kızıl bayrağın anlamı buydu. 1775’te Liverpool’daki denizci grevinde (Köle Gemisi kitabımda yazmıştım bunu), denizciler belediye sarayına ellerinde kızıl bayrakla yürümüşlerdi. Sonra, 19. yüzyılın başında kızıl bayrak Avrupa işçi hareketinin sembolü oldu.
* Elçin Gen tarafından çevrilen bu yazı e-skop.com’dan alınmıştır.