Henüz 19 yaşındaydım, hapishane ile ilk tanıştığımda. O zamanlar bir cezaevi güzellemesi ve romantizmi vardı ki giden pişman gitmeyen bin pişmandı. Bozyaka Emniyeti’ndeki çeşitli seanslardan geçerek ulaştığım o mapusluk bana çok şey öğretti. Felsefe, bilim ve edebiyat tartışmalarının en derin halini o dört duvar arasında yaşadım.
Havalandırmada gezen hamam böceğine “Yol verin büyük babama” diyerek saygı gösteren ve reenkarnasyon ilmine beyaz uzun sakallarını sıvazlayarak iman etmiş felsefeci Stalin Şeyhmus yoldaştan almıştım ilk felsefe derslerini. Madde ile Ruh’un ayrışımını Einstein’in atomu parçalamasından daha hevesli yapan Stalin Şeyhmus, diyalektik materyalizm hastasıydı. Çelişkiyi, değişimi, bağlantılılık ilkesini, adeta Mani’nin ışık bahçelerinde öğrencilerine iyilik ile kötülüğün savaşını anlatması kadar hevesle anlatırdı. En çok da bağlantılılık ilkesi üzerinde durur ve “Amerika’da hareket eden bir trenin bizim burada hayatımızı etkilemesini” bitmez tükenmez örneklerle anlatır ve detaylandırırdı. Bu tür felsefi tartışmalara ilgi duymakla birlikte “her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu ve birbirini etkilediği” ilkesine verilen örnekleri abartılı bulurdum.
Nereden bilebilirdim ki, Stalin Şeyhmus’un ta 21 yıl önce farazi örneklerle anlattığı ve bana abartılı gelen “her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu ve birbirini etkilediği” ilkesinin Korona olarak yaşamımızın orta yerinde kanlı canlı bir tehdit olarak zuhur edeceğini. Meğerse Stalin Şeyhmus’u anlamam için Çin’in Wuhan kentinde rüyamda görsem melek sanacağım bir yoksul köylünün hapşırmasının dünyayı nasıl yangın yerine çevirdiğine tanıklık etmem gerekiyormuş. Ya da dünyanın bir ucunda bir yarasanın kanat çırpmasının yerkürede fırtınaya dönüşmesini gözlerimle görmem lazımmış. İnsanlık soyutlamayı, kavramsallaştırmayı keşfedeli bilmem kaç asır oldu ama biz Ortadoğu kafasıyla illa ki elle tutulur gözle görülür olanı anlayacağız anlamadığını da ruhani olana havale edeceğiz. Bu konuda benden beter durumda olan çok okumuş ve bilmişler var. Dünyanın küçücük bir yerinde bir yılandan ya da herhangi bir canlıdan çıkan bir hastalığın dünyayı sarstığını, Dünya Sağlık Örgütü’nün “pandemi” olarak ilan ettiği virüsün felakete dönüştüğünü kabul eden bu çokbilmişler, “Kürt sorunu Türkiye ve bölgedeki birçok sorunu besliyor” tespitine “ama canım olur mu siz de her şeyi Kürt sorununa bağlıyorsunuz” diyerek burun kıvırıyor, İmralı’daki tecridin ülkeyi etkisi altına aldığını nedense kabullenmiyorlar. Çünkü asıl virüs, bilgi ve bilime bile sübjektif yaklaşarak, bilimi kendi milliyetçi hastalıklarına göre bükmeye çalışmaktır.
Neyse işte en sonunda Türkiye’ye uğrayan bu melanet nedeniyle Stalin Şeyhmus’un öğrettiği ilme tam iman ettim etmesine ama şu virüs yine Stalin Şeyhmus yoldaşın öğrettiği yoldan sorgulamalarımı derinleştirdi. Örneğin devletlerin çıkardığı savaşlardan kaçan mültecilerin yüzlerine kapatılan, akrabaları ayıran, haklar arasına hançer gibi sokulan şu yapay sınırların virüse karşı hiçbir hükmü yokmuş. Sınırların ve devletlerin gücü sadece biz kullara yetiyormuş. Kalabalık kentler, sistemin tüketim alanlarına dönüştürdüğü mekanlar Korona için bulunmaz nimetmiş. İnsan öldürmek için ordular kurulurken, virüsü yenebilecek bir ordu yokmuş. Bu sistem silah ve ölüm üretmek kadar hızlı sağlık ve çözüm üretiyormuş. Ülkelerin birbirine kapattığı hava sahaları Koronaya kapatılamıyormuş. Korona camilerin, kiliselerin, Mekke’nin; kısacası bütün kutsalların kapısına kilit vurduracak kudrete sahipmiş.
Çok da karamsar olmaya gerek yok. Çare bulunacak elbette. İsrail’den resmi teyide muhtaç bilgiler geliyor ve virüs için aşının bulunduğu belirtiliyor. Ama DSÖ, BM ya da herhangi bir devletin bu derde deva olmasını beklemiyorum çünkü zaten bu sistemin kendisi virüs ve hastalık yayıyor. Çözüm basit ve onu da biz bulacağız. Geçenlerde Malatya’da doğup büyümüş, medeniyetle buluşmak için ta İtalya’lara gidip yerleşmiş bir arkadaşımla görüştüm. İtalya, virüse karşı risk düzeyi en yüksek ülkelerin başında geliyor ve ben de arkadaşım için haliyle kaygılandım. Arkadaşım oradaki yaşamın nasıl bir anda bittiğini, sokakların boşaldığını, insanların adeta yaşamdan elini eteğini çektiğini anlattı uzun uzun. Ardından da kayın babası ve kayın validesiyle virüsten korunmak için bir dağ köyüne sığındıklarını dile getirdi. Bir Kürt ne yaparsa yapsın kaderinden kaçamıyor. Bütün kötülüklere ve melanetlere karşı dünyanın neresinde olursa olsun, bulduğu ilk dağa, ilk zirveye sığınıyor. Tıpkı dedelerinin, nenelerinin ya da günümüzde yaşıtlarının yaptığı gibi. Kendi dağından kaçsa da bağrına sığınacağı bir dağa mutlaka ihtiyaç duyuyor. Çünkü dağ ya da bayır hiç fark etmez çözüm doğal olanda, doğanın bağrında.