“Özgür halk, bu günkünden farklı şeyleri hâlâ tahayyül edebilen halktır.”
Raymond Ruyer*
Koronavirüs [Covit 19] ‘tartışmalarını’ sağlıklı bir zemine taşıyabilmek için, ‘kırılganlık’, ‘beklenmedik doğal olaylar’, ‘risk’ ve ‘felaketten’ ne anlaşılması gerektiğine açıklık getirmek gerekiyor… Aksi halde, hamasetin ve egemen söylemin dışına çıkılamaz, havanda su dövmenin ötesine geçilemez…Beklenmedik doğal olaylar, ortaya çıktıkları anda insanların müdahale edemediği, işte, sel, kasırga, hortum, volkan patlaması gibi olaylardır. Aslında benzer kökenden olmasa da, öldürücü koronavirüsü de aynı kategoriye dahil etmek mümkündür. Tabii bu tür olaylar insanlar için bir tehlike, bir risk oluştururlar… Kırılganlıksa, söz konusu beklenmedik doğa olaylarının öngörülebilir etkilerini ifade eder… Felaket de, potansiyel riskin gerçekleşmesi demektir…Bir yanar dağ patlaması öngörülebilir değildir, ama aynı şeyin tekrarlanabileceğini dikkate alarak hareket etmek gerekir. Eğer yanardağın eteğine bir kent kurmaya kalkılırsa, bu ‘kırılganlığı’ dikkate almamak, felakete davetiye çıkarmak olur…Mesela bir coğrafi bölgede kasırgalar, hortumlar, sel baskınları oluyorsa, bu bir kırılganlık halidir ve tedbir almayı gerektirir… Eğer tedbir alınmazsa, potansiyel gerçekleşir ve bir felâket tablosu ortaya çıkar. Söylemek istediğime bir örnek şöyle: 2004 yılında Küba’da İvan Kasırgası, bir yıl sonra da, [2005] ABD’de Katrina Kasırgası patlak verdi ve Florida’yı, Mississippi’yi, Louisiana’yı vurdu. İkisinin de şiddeti ‘5’inci kategorideydi, ikisinde de rüzgârın hızı 249 km/saatin üzerindeydi… Küba’da tek bir ölüm olmadı ama ABD’de 1836 ölü ve 135 kayıp vardı…
Depremin ne zaman olacağı bilinmez ama ‘olacağı’ bilinebiliyor… Mesela, Elazığ’da deprem olacağı biliniyordu ve hiçbir şey yapılmadı, kırılganlık felakete dönüştü.. Bir şeyler yapması gerekenler ne mi yaptı? Ölenlere Allah’tan rahmet, geride kalanlara sabır diledi… Fakat haklarını yememek gerekir, ölenleri şehit ilan ederek durumu kurtardılar… İstanbul’da şiddetli bir deprem bekleniyor. Tedbir almak şurada dursun, çürük binaların yapılması teşvik ediliyor, çürük binalar için ‘imar affı’ çıkarılıyor, deprem toplanma alanlarına devasa AVM’ler, lüks oteller, vb. inşa ediliyor… Hızını alamayan AKP, bir büyük cinayete daha niyetli ve kararlı olduğunu gösteriyor… Ülke korona belasıyla cebelleşirken, Kanal İstanbul ihalesi yaparak, asıl derdinin ne olduğunu gösteriyor… Eğer bir gün deprem olursa, neler olabileceğini tahmin etmek zor değil… İyi de, olabileceklerin bir sorumlusu olmayacak mı?
Sağlık hizmetleri özelleştirildi. Aslında sağlık hizmetlerini özelleştirmek, kâr aracına indirgemek, bir insanlık suçudur. Her şeyden önce gayri insanîdir… Asla kabul edilebilir değildir… Sağlık sistemini özelleştirmek demek, sağlık alt-yapısını da çökertmek demektir. Sağlık sistemi çökertilmiş bir toplum da koronavirüs dahil, hiçbir hastalıkla gerektiği gibi mücadele edemez…
Özel bir hastanede temel kaygı, bir Coca-Cola şirketindekinden farklı değildir. Biri kâr etmek için Amerikan şerbeti satar, diğeri insanların çektiği acıdan kâr eder… Orada hasta bir ‘müşteridir’…Özel hastane daha çok hasta ister. Hasta sayısının sürekli artmasını ister… Artık sağlık hizmeti kâr etmenin bir aracına dönüşmüş durumda… Kamu hastaneleri de ‘özel sektör’ mantığına, kapitalist mantığa göre işliyor… Aslında orada da adı konmamış bir özelleştirme var… Ne demek istediğimi görmek için şu performans saçmalığına bakın yeter… Devlet Hastanesi denilenlerde her hastaya ayrılan süre sadece 5 dakika… Psikolojik şikayetle bir psikiyatristin karşısına çıkan bir hastaya o hekim beş dakikada bir teşhis koyup- tedavi önerebilir mi? Bir psikiyatrist hekim bir günde 80 hastaya bakabilir mi? Bundan daha büyük saçmalık, bundan daha büyük çelişki, bundan daha büyük akılsızlık olur mu? Bu, tıp etiğine de mugayir değil midir? Daha çok hasta daha çok kâr demektir çünkü… Kapitalist tıbbın geçerli olduğu yerde, Koruyucu Hekimliğe de yer yoktur. Oysa, kırılganlığı azaltmak için koruyucu hekimlik vazgeçilmezdir… Ultra liberalizmin bir gereği olarak, sağlık hizmetleri özelleştirildi… İnsan sağlığı bir kâr aracına dönüştürülürken, Dünya Sağlık Örgütü [WHO] kılını kıpırdattı mı? Siz o Birleşmiş Milletler Örgütü şemsiyesi altında oluşturulan sözde ‘uluslararası’ kurumların ne işe yaradığını sanıyorsunuz? Aslında tüm BM örgütlerinin asıl misyonu ve varlık nedeni, İkinci Savaş sonrasında oluşan emperyalist statükoyu ‘meşrulaştırmak ve dayatmaktır’… Hepsi emperyalist sömürünün, yağma ve talanın hizmetindedir… Gerçek durum öyledir ama, prestijleri de pek yüksektir… Sağlık hizmetlerini özelleştirmenin ne demeye geldiğini merak ediyorsanız, ABD’ye, ve AKP Türkiye’sine bakın… ABD’de sağlık hizmetlerine erişemeyen, sağlık sigortası olmayan 86 milyon insan var… Nüfusunun yaklaşık üçte biri… Tabii, her birinin serveti küçük bir ülkenin milli gelirinden fazla olan dolar milyarderleri de boşuna türemiyor… İki yıl önce dünyanın en zengini Jeff Besoz’un serveti 150 milyar dolardı…
AKP, 2002’de iktidara geldiği günden beri ekonominin temelini aşındırmak için ne gerekiyorsa yaptı. Ülkeyi sanayisizleştirdi, tarımı çökertti, kamu hizmetlerini budadı, eğitimi ve sağlık hizmetlerini metalaştırdı-özelleştirdi, kentler yaşanmaz yerler, tuhaf insan siloları haline geldi, doğal çevre tahribatı tehlikeli bir eşiğe ulaştı, akla gelen ne varsa özelleştirildi, parayla alınıp-satılan nesneler, ‘ölü metalar’ haline getirildi. Su, enerji, iletişim dahil, insan ve toplum hayatının her veçhesi metalaştırılıp, birer kâr aracına dönüştürüldü… Herkesin olan, olması gereken, yaşam kaynakları, yaşam araçları ve alanları olan müşterekler metalaştırıldı, özelleştirildi, bir kâr aracına indirgendi ve tasfiye edildi. Oysa müşterekler, insanları, toplumu bir arada tutan tutkaldır… Onların değerini ancak kaybettiğinizde anlarsınız… Müştereklerden yoksun bir toplumsal yaşam mümkün değildir… Birilerinin sudan kâr etmesi kabul edilebilir bir şey midir? Bundan büyük saçmalık, bundan büyük ayıp olur mu? O kadar da değil, içtiğimiz-kullandığımız sudan bir de vergi almanın mantığı nedir? Koronavirüs, tüm bu kepazelikleri, utanmaz yağma ve talanı, akılsızlıkları, saçmalıkları anlamaya, bilince çıkarmaya vesile olabilirse, her musibette bir hayır vardır deyişi bir karşılık bulacaktır…
Yaşamakta olduklarımız sadece bizi angaje eden şeyler değil…Tüm “Büyük İnsanlığın” sorunu… Kapitalist sömürü, yağma ve talan düzeni artık yolun sonuna geldi. Potansiyelini tüketti… Sosyal kötülüklere ekolojik yıkım eşlik ediyor… Bu aşamadan sonra insanlığa teklif edebileceği bir şey yok! Artık, gereğini yapmak için ayağa kalkmanın gerekli olduğu zaman gelmiş bulunuyor… Eğer bu dünyanın ezilen-sömürülen gerçek sahipleri, tarihsel misyonuna sahip çıkmakta gecikirse, vahşet ve barbarlık kaçınılmaz olacaktır… Büyük İnsanlık ona razı olacak mıdır? Aslında sorun öyle sanıldığı kadar zor da değil, bilinç dünyasını angaje ediyor…İdeolojik köleliği aşabilmekle ilgili… Bilincin özgürleşmesiyle ilgili… Bütün mesele, ‘güçlünün güçsüzlüğüyle, güçsüzün gücü’ arasındaki çelişkinin aşılmasına bağlı. Zira bir yanda asıl gücün sahibi olan ama gücünün farkında olmayanlar; diğer tarafta da güçlerinin farkında olmayanların o zaafından yararlanan yeryüzünün egemenleri var…