Nobel Edebiyat Ödülü sahibi, dünyaca ünlü Portekizli yazar Jose Saramago’nun 1995 yılında yazdığı “Körlük” isimli romanını bugünlerde sık sık anıyorum. Henüz okumadıysanız, sizlere de ısrarla öneriyorum.
Neden mi?
Körlük, Saramago’nun en ünlü romanlarından birisi. Romanda, körlüğün salgın hastalık gibi yayıldığı bir toplumda korku ve paniğin hâkim olması sonucu ahlaki değerlerin çökmesi anlatılıyor. Kitapta olaylar adı bilinmeyen bir ülkenin bilinmeyen bir şehrinde geçmekte; hiçbir kahramanın adı yok, herkes sıfatları ile anılıyor. Nokta ve virgül dışında hemen hiç noktalama işareti olmadan yazılan romanda değişik bir yazım-anlatım dili denemiş yazar. 2008 yılında filme de çekilen romanın devamı niteliğinde olan “Görmek” isimli romanı da 2004 yılında yayınlandı. İlk sayfalarda romanın içine girmekte belki biraz zorlanacaksınız ama 30-40 sayfa sonra, yazarın bambaşka bir yazım türüne alıştıktan sonra kendinizi yaratılan felaket ortamında hissedeceksiniz.
“Körlük” romanında anlatılanlara biraz değinecek olursak: Adı bilinmeyen bir ülkenin bilinmeyen bir şehrinde araba kullanmakta olan bir adam trafik ışıklarında beklerken aniden kör olur. “Beyaz körlük” diye adlandırılacak bir hastalığın ilk kurbanı olmuştur. Karanlığın değil, sonsuz bir beyazlığın içine çekilmiştir; kendini bir “süt denizinde gibi” hisseder. Beyaz körlük, salgın haline gelerek önce bir oto hırsızına, sonra bir göz doktoruna ve hızla başkalarına bulaşır. Kör olanlar hükûmet yetkilileri tarafından bir akıl hastanesinde karantinaya alınır. Onlara, ülkenin geleceği için bu fedakârlığı yapmaları gerektiği söylenir. Ancak güvenlik güçleri körler ile temas etmekten çekindiği için içeride kontrolü sağlayamazlar. Dışarısı ile tüm bağları kesilen körler ölüme terkedilmişlerdir ve zor koşularda bir yaşam mücadelesi vermeye başlar.
İlk kör olanlardan biri olan göz doktoru ile birlikte onu yalnız bırakmak istemeyen eşi de kör olduğunu söyleyerek içeri girmiştir. Doktorun eşi, orada gözleri gören tek kişidir ve her an kendisinin de kör olacağı korkusuyla yaşar; görebildiğini herkesten gizler. Kısa sürede içerisi çok kalabalıklaşır. İçeridekilerin seslerini hükümet yetkililerine duyurma girişimleri, bir kişinin ölümü ile sonuçlanır. İçeride insanların bencillikleri ortaya çıkar; çeteleşme, adaletsizlik, cinsel istismar görülür; insanlar insanlık onurunu yitirmeye başlar. Bir körün yanında getirdiği el radyosu, insanlara her şey normalmiş gibi hissettirir.
Şiddet kullanan bir grup körün diğer körlere eziyet etmesi sonucu işler çığırından çıkar. Her şeyi gören ama kör gibi davranarak görmezden gelen doktorun eşi, çetenin ele başını öldürür. Çete liderinin ölümünden sonra tam bir kaos ortamı doğar; isyan çıkar. Doktorun eşi, isyan sırasında başlayan yangından yararlanarak binanın kapılarını açar; karantinadaki insanların kurtulmasını sağlar. Karantinadaki körler dışarı çıktıklarında herkes salgına tutulduğunu anlarlar. Korku ve kaos tüm şehre yayılmıştır; beyaz kör çeteleri bir lokma yemek için birbirini öldürmektedir.
Geçen ay, Çin’de başlayan koronavirüs salgını, bugün itibariyle 130’un üstünde ülkeye yayılmış durumda. Virüsün ulaştığı her ülkede alınan tedbirlerden ilki karantina. Gıda ve temizlik maddelerinin stoklanması, artan fiyatlar ilk görülen arazlar. Karantina bölgelerini beğenmeyenler, kaçmaya çalışanlar ve hatta bu nedenle polisle çatışanlar. Bugün tüm dünyada yaşamaya başladıklarımızı, Saramago, hayali bir romanında, neredeyse 25 yıl önce yazmış. Nobel ödüllü komünist yazarın olağanüstü sağlam gözlem ve öngörüsü mü, yoksa insanların neredeyse varoluşundan bu yana sahip olduğu karakter özellikleri mi? Artık seçim sizin…