Covid 19 nam-ı diğer Corona Virüs pandemik salgını günlerinde en çok konuşulan ve izlenmesi önerilen filmlerden birisi de yönetmenliğini Shohei İmamura’nın yönettiği 1983 Japonya yapımı “Narayama Türküsü”. Film, Japon yazar Shichiro Fukazawa’nın 1956’da yazdığı bir romandan uyarlanmış. Filmin senaryosu, kitabın yazarı ve filmin yönetmeni tarafından ortak yazılmış. Aslında bu kitabın ikinci defa filme çekilişidir. İlki 1958 yılında Japon kadın yönetmen Keisuke Kinoshita tarafından çekilmiştir. Kinoshita filmin tamamına yakınını stüdyoda ve dekorlar önünde çekmiş ve düşsel bir anlatı kullanmıştır. İmamura ise doğal mekanlarda sert ve acımasız bir gerçekliğe yaslanarak filmin anlatısını kurmuştur. Pek çok film eleştirmeni İmamura’nın, Kinoshita’nın filminin düzeyini yakalayamadığını söylese de Narayama Türküsü, ikinci çevrimiyle daha çok tanınmış ve 1983’te Cannes Film Festivali’nde en iyi film seçilmiştir.
Film 19. yüzyılda Japonya’nın kuzey bölgesindeki ücra bir dağ köyünde geçer. Çok yoksul olan ve ciddi bir açlık sorunu çeken bölge ve bu köy için yaşam koşulları oldukça zorlayıcıdır. Neslin devam edebilmesi, gençlerin ve çocukların yaşamlarını devam ettirebilmeleri için “obasute” adı verilen bir gelenek geliştirilmiştir. Uzun yıllar süre giden gıda teminindeki zorluklar nedeniyle bu köyün de olduğu bölgede bu gelenek yüz elli yıla yakın sürdürülmüştür. Obasute geleneği, yetmiş yaşına gelmiş ve artık üretime bir katkısı olmayan ve az olan yiyecekten pay alan kadın ve erkeklerin ölüme terk edilmeleridir. Yaşlı kadın ve erkekler kendi rızaları da alınmak koşuluyla ailenin gençleri tarafından sırtlanarak civardaki Narayama dağına götürülüp bırakılmakta ve burada açlık ve soğuktan ölüme terk edilmektedir.
İçinden geçtiğimiz bugünlerde bu uygulama bilmem bizlere tanıdık geldi mi? Hani salgın nedeniyle tıbbi solunum cihazlarının yetersiz geldiği yoğun bakım servislerinde hastalardan hangisinin yaşaması gerektiğine doktorların karar vermesi uygulaması. Yaşatma tercihi kimden yana kullanılıyor herkesin malumu. Elbette ki gençler. Yan yana yatan bir genç ve bir yaşlı hastaya “bir tane solunum cihazımız var, hanginiz kendini feda etmek ister” diye sormuyoruz.” Tıpkı Narayama dağı eteklerindeki köylerdeki yaşlı ve geçlere “yiyecek az, kim ölerek yemek hakkından feragat etmek ister” denmediği gibi. Ama Narayama’da hiç olmazsa yaşlıların dağa götürülüp bırakılma zamanı geldiğinde, onların da rızası alınarak bu iş yapılıyor. Modern toplumun modern hastanelerinde bu rıza da aranmıyor. Hiçbir ahlaki sorgulama yaşanmadan bir genel kabulle gençlerin yaşatılmasına karar veriliyor. Bu da modern tıbbın, modern dünyanın geleneği. Üreten gençler ve üretimin devam ettiricisi olan çocuklar yaşamalı; üretmeyen, ailesine, sosyal güvenlik sistemine, topluma, devlete yük olan yaşlılar ölmeli. Üretim ve üretim elemanları yaşamalı.
Bir de bu ölüm kalım günlerinde tüm uzmanların, tüm etkili ve yetkililerin bize sipariş ettiği bizlerin de büyük memnuniyetle satın aldığımız bir teselli daha var. “Bu virüs yaşlıları daha çok öldürüyor. Gençlerde bu virüsten ölüm oranı çok düşük.” Elimizi ahlakımıza, vicdanımıza, erdemimize koyup konuşalım, bu teselli hangimize iyi gelmiyor? “Aman iyi ben daha yaşlı değilim, ölüm şimdilik benden uzak”ı kim geçirmiyor içinden?
Narayama Türküsü filmine dönersek. Filmdeki sert ve acımasız gerçekler, her izleyeni çarpacak ve derin bir etki bırakacak şiddettedir. Neredeyse yarı vahşi bir köy yaşantısı, yiyecek bulmak ve seks yapmaktan başka bir kaygısı olmayan insanlar. Köy düzenini ayakta tutmak için geliştirilen sert, acımasız, vahşi gelenek ve uygulamalar. Modern dünyadan bir insanın izlediğinde kolay kolay sindiremeyeceği bir belgesel gerçekliğiyle örülmüş bir film. Filmin sert gerçekliği, vahşi atmosferi, modern dünyadan insanlar olarak bizleri çok derinden etkilese de film bittikten sonra hepimizde bunun neyse ki ancak filmde tasvir edilen vahşi dünyada yaşanabileceğine dair bir teselli oluşuyor. Ve neyse ki filmdeki vahşi coğrafyadan da, yiyecek kıtlığından da, açlıktan da ve gelenek adına, yaşamda kalmak adına vahşice öldürmekten kaçınmayan bu vahşi insanlardan da çok uzak bir dünyada yaşıyoruz. Ve neyse ki tek kurtuluş reçetesi olarak gösterilen evde kalma sayesinde korona virüs bizi öldüremeyecek. Evde kalırsa açlıktan ölmemek için dışarı çalışmaya çıkanlar? Yaşlılar? Ee ne yaparsın modern toplum da feda etmek zorundadır. Ama öyle vahşice değil. Vahşi geleneklerle değil. Kanun, nizamla. Uygar dünya demek, kanun nizam demektir. Ha bir de üretim demektir.