İçişleri bakanının istifası ve bunun geri çevrilmesiyle öyle bir fırtına koparıldı ki istifaya neden olan ve belki binlerce insanın yaşamına mâl olacak bir skandal gölgede kaldı. Oysa bakanın istifaya neden olan sokağa çıkma yasağına ilişkin açıklaması; gerek içeriği gerekse zamanlaması bakımından, devletin hızla yayılan ve ölümcül olan salgın karşısında ne kadar sorumsuz, hazırlıksız olduğunu ortaya koyuyordu. Sadece bu açıklama değil, salgının başından bu yana izlenen tavır ve alınan kararlar devletin üç temel işlevinden biri olan “toplumun genel çıkarlarını koruma” işlevini (diğer ikisi, devletin, egemen sınıfın ve siyasi iktidarın çıkarlarına hizmet etmesidir) yerine getiremediğini de gösteriyordu.
Sokağa çıkma yasağı meselesini sona bırakıp, süreci kısaca anımsayalım: “Salgının ortaya çıkması ve yayılma eğilimi göstermesinin hemen ardından Türkiye’de sağlık meslek örgütleri ve uzman kuruluşlar (TTB, Halk Sağlığı Uzmanları Derneği vb) önlem alması konusunda hükümeti uyarıyor. Çevre ülkelerde salgının görülmesinin ardından, bu uyarılar daha yüksek tonda yapılıyor. Ancak hükümet uzun süre bu uyarılara kulak tıkıyor, salgın bir iç güvenlik meselesiymiş gibi konuyu İçişleri Bakanlığı’na havale ediyor ve hatta Emniyet Müdürlüğü koronavirüs konusunda paylaşımlarda bulunanlar hakkında işlem başlatacağını duyuruyor.
Salgın resmen kabullenildikten sonra Sağlık Bakanlığı bir bilim kurulu oluşturuyor. Ancak iktidara yandaş olmayan, kendisine biat etmeyeceğini bildiği TTB ve uzman sağlık kuruluşlarına bu kurulda yer vermiyor. Bunun nedeni de kısa sürede anlaşılıyor: TTB’nin Sağlık Bakanlığı’na yönelttiği sorulara bakılırsa; bakanlığın tanılara ilişkin verileri Dünya Sağlık Örgütü’nün de belirlediği evrensel kriterlere göre oluşturulmuyor ve “gerçek veriler”, virüsle canı pahasına mücadele eden sağlık çalışanlarıyla dahi paylaşılmıyor.” Yani en başından itibaren salgın, toplum sağlığını tehdit eden bir mesele olmaktan ziyade siyasi iktidarı ve ekonomiyi (egemen sınıfın çıkarlarını) tehdit eden, zora sokan bir mesele olarak ele alınıyor.
Bakanın istifasına neden olan sokağa çıkma yasağı meselesine gelince, halk sağlığı uzmanlarına göre hızla yayılan, ölümcül bir virüs salgınından korunmanın tek yolu salgına karşı alınacak en etkin önlem, KARANTİNA. Bulaşıcı bir hastalığa yakalanmış olmasından kuşku duyulan kişilerin, hastalığın en uzun kuluçka süresince sağlam kişilerle temas etmemesi gerekiyor. Koronavirüs için bu süre 14 -27 gün arasında değişiyor. Salgın sınıf, kimlik, cinsiyet farkı gözetmediği için, alınacak önlemlerin ve elbette karantinanın da toplumun bütününe uygulanması gerekiyor.
Bakanın geçen hafta sonu için açıkladığı, bu hafta sonu için de Cumhurbaşkanı tarafından açıklanan “sokağa çıkma yasağı kararı”nın toplumu bir salgın hastalıktan korumak için gerekli olan karantinayla ilgisi yoktur. Her şeyden önce “karantina kararının alınması, kapsamının, süresinin ne kadar olacağı” halk sağlığı, enfeksiyon hastalıkları, mikrobiyoloji uzmanlarının dahil olduğu bilimsel kurullar tarafından kararlaştırılabilir. Uygulanması ise, yerel yönetimlerin de katılımıyla sağlanır.
Sokağa çıkma yasağı ise, toplumu bir salgından korumak için değil, devletin kendisini korumak için toplumun özgürlüklerinin kısıtladığı bir uygulamadır. Hatta bizde kısıtlamaların da ötesine geçilebilen bir icraattır. Buna en yakın örnek; 2015-2016 yıllarında Cizre, Sur, Nusaybin başta olmak üzere bölgedeki birçok il ve ilçede uygulanan süresiz sokağa çıkma yasaklarıdır. Bu yasaklar sürecinde Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın Mart 2016’da yayınladığı “16 Ağustos 2015 – 18 Mart 2016 Tarihleri Arasında Sokağa Çıkma Yasakları ve Yaşamlarını Yitiren Siviller” raporuna göre, Ağustos 2015’ten itibaren ilan edilen “süresiz sokağa çıkma yasakları” nedeniyle, 2 milyona yakın yurttaş “gıda, su, geçim kaynakları, acil sağlık hizmetleri, eğitim, adalete erişim gibi en temel insani hak ve özgürlükler”inden mahrum bırakılmıştı. Bu dönemde, evinin önünde öldürülen 10 yaşındaki Cemile Çağırga’nın cenazesini buzdolabında saklamak zorunda kalan annenin; evinin kapısında kurşunlanarak yaralanan Taybet Ana’ya ulaşamadığı için onun ölümünü izleyen, cesedini günlerce sokaktan kaldıramayan evlatlarının -ulusal medyada da yayımlanan- haberlerini unutmak mümkün değildir.
Anlaşılan siyasi iktidar, koronavirüse karşı mücadeleyi, acıyla andığımız süreçteki alışkanlığıyla yürütmek istemektedir: En az 14 gün sürmesi gereken karantina kararı yerine, 2 gün sokağa çıkmayı yasaklamak! Egemen sınıfın yani sermayenin çıkarlarına halel gelmesin diye emekçileri bu kapsamın dışına çıkartarak yaşamları pahasına çalıştırmak! Velhasıl sokağa çıkma yasağını bir buçuk saat önce ilan ederek yüz binlerce insanı sokağa dökerek salgını azdırmak!
Peki, toplum sağlığı tehdit altındayken bile, güvenlikçi politikalardan neden vazgeçilemiyor; bilimsel yol ve yöntemlerden niçin kaçınılıp gerçeklerin üzeri örtülüyor; devlet “toplumun genel çıkarlarını koruma” işlevini neden yerine getiremiyor? Hem de toplum sağlığını tehdit eden salgına karşı mücadeleye zarar vermesi pahasına…
Soru uzun ama yanıt kısa: Çünkü devlet, “toplumun genel çıkarlarını koruma” dışındaki diğer iki işlevini, “egemen sınıfın ve devleti yöneten kadronun çıkarlarına hizmet etme işlevleri”ni toplumun genel çıkarlarının önünde tutuyor. Görünen o ki, kitlesel ölümlere neden olabilecek bir durumda dahi, bundan vazgeçmiyor.