Toplumsal meselelerde kurallar, dengeler, davranışlar öyle kolay değişmiyor. Bir aşamadan başka bir aşamaya geçiş yüzlerce yıl alıyor. Üstelik çok sancılı, çatışmalı ve şiddetli olabiliyor. Ve bunun en büyük nedeni insanların içinde yaşadıkları dönemin değerlerini mutlak ve değişmez olarak algılaması, ısrar etmesidir. Mevcut yapı içinde dahi iyi pozisyona sahip olmak, statükoyu lehlerine değiştirmek için mücadele ederler.
Bölgemizde yarı göçebe aşiret topluluklarından Sümer kent devletlerine, köle sistemi üzerine kurulu imparatorluklardan tanrı devletlerine, ulus devletlerden hegemonik imparatorluklara değin birçok örneğin gösterdiği gibi aslında değişim hep oluyor. Özellikle son iki yüzyılda endüstrinin gelişmesi, kapitalist ekonominin hâkim hale gelişi siyasal, toplumsal sistemleri de derinden etkiledi. Yüzyılların birikimine ve yönetim organizasyonlarına sahip, değişmez ve mutlak değerleri bulunan geleneksel imparatorluklar âdeta tuzla buz oldu.
Osmanlı; ulusal ayaklanmalar karşısında başta Balkanlarda, Mısır ve Kuzey Afrika’da ve Kürdistan ve Mezopotamya’da büyük isyanlarla karşılaştı. Onlarca devletin doğması için bütün şartlar elverişliydi. Ancak kapitalist ekonominin yeni yükselen öncüleri müdahil oldular. Avrupa yakası ve Balkanların Osmanlı’dan kopmasını desteklerken, büyük medeniyetlere beşiklik etmiş Kuzey Afrika ve Mezopotamya’ya müdahale ettiler. Kürtler ve Arapların bağımsızlık isyanları ötelendi, Osmanlı desteklendi. Ardından bizzat bölgeye müdahil olup, yerleştiler. Kurumsal mekanizmalar siyasal yapıları şekillendirdiler. Nihayetinde manda yönetimleri ve yapay devlet formuyla kendilerine bağımlı siyasal sistemler oluşturdular. Arap devletleri âdeta birer aşiret devleti biçiminde şekillenirken, Kürtler parçalı ve devletsiz olarak kaldılar bu süreçte.
Ulusal meselelerin militarizme havale edilmesi
Sorunlu alanların yaratılması emperyalizmin çözüm modeliydi. Kriz, isyan ve çatışmalar; çözümsüzlük, güçsüzlük ve bağımlılık kat sayısını arttırmaktaydı. Ve bu kural hâlâ devam etmektedir. Kürtler, 200 yıldır aralıksız isyan halinde. Örgütler, liderlikler, siyasal söylemler değişse de direnişten vazgeçilmiş, pes edilmiş değil. Bu parçalı coğrafyada hâkim devletler ise isyanları bastırma, şiddet ve militarizmin yeniden üretimine yönelik uygulamalar haricinde tutarlı bir çözüm üretebilmiş değil.
Sonuçta, aralıksız savaşlar kendini sürekli üreten bir mekanizmaya dönüştü ve bölgemizin kaderi oldu. Bunun üzerinden toplumlar, devlet, siyaset, ekonomi şekillendi. Yapay milliyetçilikler, dinsel radikalizm, ölümün kutsanması, şiddetin yüceltilmesi, düşmanlıkların büyümesi kaçınılmaz oldu. Emek gücü, ekonomik üretim, toplumsal refaha katkı yerine savaş ve çatışmalara kurban gitti. Beyin gücü; düşünsel, teknik ve ekonomik üretim yerine istihbarat, çatışma, komplo ve entrikaya odaklandı. Ekonomik kaynaklar silah ve iktidarın gücünün pekiştirilmesi için heba edildi, peşkeş çekildi.
Sovyetlerin milliyetçi solu desteklemesi
Alternatif siyaset iddiasıyla sahneye çıkan Sovyet sistemi de bir değişim yaratamadı. Güney Avrupa’daki devrim hareketlerini Sovyet’e kurban ederken, Doğu Avrupa’daki özgürlükleri kısıtlaması, kukla yönetimler oluşturması, emperyalizme karşı cepheler oluşturma iddiasıyla Fars, Arap ve Türk solunun evrensel değerler yerine bağımsızlık söylemiyle milliyetçilik girdabına girmesini, Filistin-İsrail meselesinde sol siyasetin ışığında evrensel önermeler yapmak yerine çatışmayı derinleştiren klasik ulus anlayışını devam ettirmesi ve ardından Afganistan’a yönelmesi tam bir çıkmazdı ki, sonunun gelmesi de kaçınılmaz oldu.
Alternatif arayışlar ve Öcalan’ın derdi
Kuşkusuz global düzeyde ve Ortadoğu’da kurulu düzeni görüp eleştirisini yapan ve bunu aşmak için önermelerde bulunan birçok aydın, yazar, ekol olmuştur. Ancak örgütlü gücü, düşünsel gelişimi, toplumsal desteği ve planları pratiğe geçirme gücü itibarıyla Öcalan ve PKK, farklılık arz ediyorlardı. İşin özü şu: Öcalan yüzyıllardır bir savaş, yaşam ve anlayış tarzının oluşturulduğunu, bunun kimseye kazandırmadığını, görülebilir gelecekte de kimseye kazandırmayacağını görüyordu. Bu zeminde savaşmanın çözüm olmayacağını, farklı bir yol bulunması gerektiğine odaklandı. Ve yapmak istediği tamamıyla bu zemini, bu anlayışı, bu modeli, statükoyu değiştirmek, bunun dışına çıkmaktı. Yeni bir düşünsel, toplumsal, siyasal zeminde buluşulması halinde savaşlara gerek kalmayabileceğini, herkesin muradına erebileceği, müreffeh bir zemine ulaşılabileceği öngörüsüyle yoğunlaşmalarını sürdürdü.
90’lı yıllarla başlayan arayışın özünde bu felsefe vardı. 2000’li yıllardaki teorik çalışmalarla daha da olgunlaştı.
Ama pratik sahada o kadar devasa engeller var ki, ne mezhep rantçısı İran, ne petrol rantçısı Suudlar, ne Osmanlıcı Türkler, ne modern ırkçı Kemalistler, ne Baasçı Araplar bu yaklaşımı görüp ilgilenebilecek durumda ne de denenmişi tekrar tekrar denemekte ısrar eden ve hep aynı sonuca ulaşmasına rağmen Başur ve öteki Kürt siyasi güçleri.
Ve aslında PKK içinde ve genel olarak Kürt toplumunda da bu yaklaşım çok talep görmedi. Hareket içinde dönüşüm süreçleri sancılı oldu. PKK-KADEK-KCK yapılanma süreçleri çok büyük zorluklarla yüz yüze kaldı. Ve bu süreci algılama sıkıntısından dolayı HDP’de kangrenleşen anlayışlar oluşmakta büyük sıçrama fırsatı değerlendirilememektedir.
Batı medeniyetinin Öcalan’a yaklaşımı
İngilizlerden ABD ve Avrupa’ya değin bu yaklaşımın reddi anlaşılabilir. Çünkü burada oluşacak bir çözüm modeli yüzyıllardır oluşturdukları statükoyu yıkacağı gibi, herkese kaybettiren modelin de yerine herkese kazandıran bir anlayışın hâkim olacağını ve bunun da emperyal eğilimlerine uygun gelmeyeceğini fark ettiler.
Abdullah Öcalan’a müdahale ettiler, öldürmediler. Ama öldürmediler. Çünkü önce onun fikriyatını onun şahsında öldürmeleri gerekirdi. Pes ettirip vazgeçirmeleri, onun barındırdığı fikriyata dair umutları yok etmelere gerekirdi. Bu halledildikten sonra, fiziki olarak imha edilmesinin çok da bir anlamı olmayacaktı.
Tecrübeliler. Mandela’yı serbest bıraktıklarında G. Afrika yönetiminin rengi değişse de yönetim biçimi beyazdı. Hindistan’ı dinsel, mezhepsel, toplumsal parçalara bölecek kurumları oluşturup çatışmalarını körükleyip beyaz yönetim anlayışlarını hâkim kıldıktan sonra Gandi’ye ve ardıllarına teslim ettiler. En nihayetinde içinde büyük umutlar barındıran Arap baharını kara kışa çevirerek DAİŞ zihniyetini kan deryasına fırsat verdiler.