Sene 2018 aylardan Haziran…Tam beş yıl geçmiş aradan.. .Her birimizin hayatında unutulmaz bir yer edinmiş, anı dağarcığımızın en güzel köşesine yerleştirdiğimiz Gezi Direnişi’nin üzerinden tam beş yıl geçmiş ama sanki dün gibi. Tam da bu nedenle, kitleselliği ve yaratıcılığı ile sadece iktidarı afallatmayla kalmayıp dünyayı şaşırtan bu muazzam toplumsal itiraz ve direnişin gerçek değerlendirmesini yapmak için henüz erken olduğu kanısındayım. Zira Gezi bitmiş ya da bitirilmiş bir süreç değil hâlâ…
Bu gerçek sadece Taksim’den, İstanbul’dan değil ülkenin bir kenti hariç tüm kentlerinden yükselen “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam “ sloganında saklıdır aslında…
Artık rahatça sürdüremedikleri iktidarlarının devamlığı için halkları ve emekçileri birbirine düşmanlaştırarak zayıflatmaya çalışan ve bu uğurda dünyanın her yerinde faşizmi devreye sokan sınır tanımaz küresel sermaye ve onun yerli işbirlikçileri; Gezi’de tohumları atılan, haksızlığa hukuksuzluğa, emek, doğa, yaşam ve yaşam alanları sömürüsüne karşı, bir olmadan bir arada olma halinin ve bu halin yarattığı direniş gücü ve umudun, hızla yeşermekte ve boy atmakta olduğunun bizlerden daha çok ayırdındadır.
Ve bu nedenle çok korkmuştur Gezi’den…
Gezi’de ortaya çıkan enerjiden, yaratıcılıktan, mizahtan, dayanışmadan, empatiden, apolitik dediklerinin şaşırtıcı politikliğinden, kuşaklararası kurulan bağdan, halklarının birbirini, çektiği çileleri fark etmesinden, anlamasından, anaları babaları ile birlikte direnen gençlerden, kadınlardan, direniş ve davranışlarıyla homofobiyi ters yüz eden LGBTİ bireylerden, yarattığı korku eşiklerinin aşılıvermesinden ve halklar arasında gerçekleşmeye başlayan barış sürecinden …
Ve hâlâ korkmaktadır…
Bu korkudandır, amansız ve hukuksuz şiddetini her gün biraz daha hissettirmesi…
Bu korkudandır, Ohal, gözaltılar, grev yasaklamaları, yüzlerce belediyeye kayyum atanması, barış istedi diye yüzlerce akademisyenin KHK’larla, ihraçlarla, açlıkla, tutuklamalarla sınanması; özgür ve özerk üniversitelerin bölünerek yok edilmesi, en doğal demokratik haklarını dillendiren on binlerce öğrencinin tutuklanması, başta HDP eş başkanları olmak üzere onlarca milletvekilinin, yüzlerce siyasetçinin tutsak olması…
Bu korkudandır, kadın ve işçi katliamlarının cezasız bırakılıp sıradanlaştırılması, gericiliği, kaderciliği şahlandırıp kadınların hayata katılmasına, işçilerin direnişinin mücadelesinin önüne geçilmeye çalışılması…
Demokrasinin, cumhuriyetin, emeğin, direnişin simgesi olan başta Taksim Meydanı ve Gezi Parkı olmak üzere tüm meydanların kapatılması… Her gün tekrarlanan polis şiddetine rağmen bitmeyen tükenmeyen hak mücadelesinin, Yüksel Direnişi’nin simgesi haline gelen İnsan Hakları Anıtı’nın tutsak edilmesi…
Sadece haksız ve hukuksuzca yaratılan kentsel rantı işbirlikçi sermayenin emrine sunmaktan ötedir; kadim kentlerimizin, mahallerimizin, anıt yapılarımızın, hafıza mekanlarımızın yerle bir edilmesi. Kentsel dönüşüm adı altında birlikte, bin bir emekle oluşturulmuş yaşam alanlarımızın, işçi mahallelerimizin yok edilip insan silolarına dönüştürülmesi. Özellikle emekçilerin, yoksunların ve yoksulların güvencesiz bırakılıp güvenceyi çaresizce, dağılacak bir torba kömürde makarnada ve başını sokacak mülkiyette aradığı vahşi kapitalist sisteme ve iktidarlara mecburi köle borçlular haline getirilmesi.
Korkudandır, Sur’un, Cizre’nin, Tarlabaşı’nın, Sulukule’nin ve daha nice kadim mahallenin yerle bir edilmesi …
Çünkü iktidarlar çok iyi bilmektedir ki, mekân önemlidir, mekân politiktir, mekân devrimci ve dönüştürücüdür aynı zamanda… Winston Churchill bu gerçeği çok iyi ifade etmiştir. “Biz kentleri yaratırız, kentlerde bizi…”
Ve korkarlar, dayanışmanın, üretimin, demokrasinin, yaratıcılığın, kültürlerin, sanatın, toplumun mekânlarından…
Korkarlar, yıkarlar, dönüştürürler…
Mekânlar üzerinden meydan okurlar bize… Güç gösterisinde bulunurlar, işte biz kazandık derler… Tıpkı AKM’nin ve hukuksuz bir inatla yıkılması; Taksime camii inşası, Gezi’nin meydanının bütün demokrasi ve hak arayışlarına kapatılması tüm mitinglerin kent suçu dolgu alanlara sürülmesi gibi…
Bizim yapacağımız en büyük hata ise, Gezi’yi bitmiş bir süreç gibi görüp, sinik bir nostalji nesnesine dönüştürerek; iktidarın yaratmaya çalıştığı toplumsal yenilmişlik ve “Bunlar her şeye muktedirler” duygusuna teslim etmektir.
Gezi bitmedi ve bitirilemedi…
Bugün, ülkenin karanlığında, bir umut ışığının titrek göz kırpmalarından görüyoruz…
Karanlıklar gider, Gezi kalır…