Sezen Aksu’yla başlayan tartışmalar üzerine sanatçı Orhan Alkaya ile konuştuk
Nezahat Doğan
Ülkede gündem sürekli değişiyor ve asıl gündemler ikinci planda kalıyor. Erdoğan’ın Sezen Aksu’yu hedef alan “dilini kopartırız” söyleminin ardından, Aksu linç girişimi ve hedef gösterilmeye karşı öyle bir cevap verdi ki, herkese tokat gibi çarptı geçti. Erdoğan’ın “Ben ona değil herkese söyledim” demesi de başka bir tartışma konusu oldu. Bu söylemlere en net tavrı koyan sanatçılardan biri olan yazar, şair, yönetmen Orhan Alkaya ile Sezen Aksu’dan başlayıp toplum meselelerini, demokrasiyi, ülkenin iklimini konuştuk.
Son günlerde en fazla gündem olan konulardan biri Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Sezen Aksu ile ilgili söylemleriydi. Neden Sezen Aksu?
Birkaç şeyi aynı anda düşünmek gerekiyor. Birincisi seçim sathı mahallindeyiz ve Erdoğan ekolünün bildiği tek yöntem sürekli bir kutuplaştırma ve bir çatışma ortamı yaratmak. Ne kadar insanı bir tarafta konsolide edebiliyorsa onlar üzerinden gücünü tahkim etme. Burada bir Sezen Aksu yerine bugün yaşasaydı Barış Manço da olabilirdi, çünkü onun da bir Adem Havva şarkısı vardı. Ya da bir sinemacı bir yazar da olabilirdi. Burada bir malzeme bulduklarını düşündüler, bir çatışma ortamı yaratmak istediler. Sezen şarkısında Adem ve Havva üzerinden bir tatlı kurgu olduğu için malzeme yapıldı. Açıkçası bunu yapanlar kendi kutsal kitaplarını da bilmiyorlar. Çünkü buradaki cahil bir hakaret değildir. Toya da, gence de cahil denir ama Kur’an’da da var Adem’in cahil olduğu bir tanrı sözü olarak aktarılıyor. Bu kurguyu yapanların büyük bir cehaletleri olduğu çok açık. Burada enteresan olan şu; Toplumsal dayanışmanın ne kadar ekmek su gibi temel bir ihtiyaç olduğunu ortaya çıkardı. Konu Sezen olunca çok geniş bir tepki geldi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan daha sonra sözlerinin Sezen Aksu’ya yönelik olmadığını söyledi. Ancak ‘dil koparma’ söylemi başlı başına bir problem değil mi?
Korkunç!! Bu söz söylendiği zaman ortada bir toplum kalmamış demektir. Herhangi bir biçimde bir toplumu oluşturacak manevi ve maddi unsurların herhangi birinden bahsedemeyiz. Hangi nedenle olursa olsun “dil koparmak” korkunçtur. Kabul edilebilmesi mümkün değildir. Ayrıca şuna dikkat çekmekte fayda var; Erdoğan, buradan çark ederken ‘Ben herkese söyledim’ dedi ve bu hedefi bütün topluma yaymak demek. Türkiye’de yaşadığımız ortamda ciddiyetin de kalmadığını düşünüyorum.
Bu tür söylemler sanat camiası üzerinde bir baskı ya da korku oluşturuyor mu?
Belirgin bir korku iklimi olduğu zaman insanlar korkar. Bu çok doğal bir reflekstir ama korkuya teslim olmak ya da korkunun üzerine gitmek arasında çok radikal bir fark vardır. Korkuya teslim olduğunuz an itibariyle sizi korkutanın başarısını da tescillemiş olursunuz. Hukuk ortadan kaldırıldı, bırakın hukuk devleti olmayı kanun devleti olma vasfını bile Türkiye kaybetti. İnsanların çok haklı mazeretleri var. Bunu yaptıkları anda başlarına gelebilecek şeyin sınırını göremiyorlar ölçemiyorlar.
Adalet duygusu ve hukuka güvensizlik mi?
Bakın Osman Kavala vakası, ortada suç falan yok. Muharrem Akkaş tarafından kes yapıştır hazırlanan bir iddianame var, zaten o da şimdi kaçak aranıyor. Böyle iddianameyle hiçbir somut delil olmadan hatta “somut delil yok biz de bir kanaat var” denecek kadar emir komuta zinciri var. Eğer bazı toplumsal darbelerin ve balyozların altından daha diri kalkılabilseydi bugün belki de bu kadar teslim olunmazdı.
Teslim olunduğunu mu düşünüyorsunuz?
Şimdi Türkiye Cumhuriyeti kuruldu kurulalı en uzun tek parti iktidarı Demokrat Parti iktidarıdır. Şimdi yirmi yıldır tek parti iktidarı var ister istemez zaman içinde insanlar buna uyum sağlama ihtiyacını hissediyorlar. Ya karşı çıkarak uyumlanıyorlar ki bu da sağlıklı bir ruh hali değil. Daimi bir çatışmayı kabul etmekte sağlıklı bir ruh hali değildir. Öbürü çok daha kötü. Kendi belirledikleri prensiplerin tamamını bir kenara bırakıyorlar “Hayat bir kere yaşanacak bir şeydir iyi yaşayayım” diyorlar. Hâlbuki ki bana göre iyi yaşamak öyle bir şey değildir.
Burada yaşamsal döngü içerinden kavramlar doğru yere oturtulamıyor mu?
Hayır, ben oturtulduğu kanaatinde değilim. Hala devletin silahlı aygıtından çok ciddi beklenti var. Bu her halde bir toplumun başına gelebilecek en talihsiz kaderdir. Berbat bir kader! Siz eğer silahlı aygıttan medet umuyorsanız çok kötü bir kaderiniz var demektir.
Kaderi değiştirmek ve demokratikleşme de en temel sorun ne peki?
En temel sorun demokrasi bilincidir. Temel bir kültürdür aynı zamanda. Asya’da çok az bulunan bir kültürdür. Asyatik toplumlarda bu kültüre çok kolay denk gelinmez o anlamda Türkiye’nin mahcup demokrasisi hiç de fena değildi. Ama Türkiye’nin çok temel bir meselesi var. Çok etnikli, çok dilli, çok kültürlü bir ülkede tek dilli, tek kültürlü bir yurttaş yaratmaya çalışıyorlar bu ümitsiz bir çaba. Öncelikle bu sorunun çözülmesi demokrasi sürecinin önündeki barajları yıkmak için şart. Demek ki önce devlet aygıtından, devlet aygıtının samimi aktörlerinden…
Samimi aktörler derken kastınız?
Ağır bölünme fobisi yaşayanlar samimi aktör. En pragmatik aktörlerine kadar hepsinin Kürt fobisinden kurtulması lazım. Aynı derecede etkin ikinci fobileri Alevi fobisidir. O kadar dikkat çekmiyor ama Kahramanmaraş’ı, Dersim’i, Madımak’ı, Çorum’u hatırlarsak; Toplumu çatışma ortamının içine sürüklemek ve buradan bir darbe meşruiyeti çıkarmak için sol ve Alevi toplumunun üzerine gittiler. Şimdi bu fobilerden kurtulmadan bu çok kültürlülüğü, çok etnikliliği benimsemeden kendi kökeninize ait bilgiyi edinme ihtiyacını hissettiğiniz anda karşılaştığınız şeyin sizi hayal kırıklığına uğratmasına izin vermeden bunları aşamazsınız.
O zenginlik ve ortaklaşma neden kabul edilemiyor. Bu ülke bir çözüm sürecini de gördü. Bugüne baktığımızda bu yasaklar derinleştikçe siz çözüme dair ne görüyorsunuz?
Çözüm sürecinin tamamen ayrı konuşulması gerektiğine inanıyorum. Çünkü o süreci desteklemek için başlangıç noktasında çıkan 150 imza metni içinde imzacılardan biriyim. Her ne şekilde olursa olsun bu süreci olumlu buluyorum demeyeceğim.
Çok keskin bir ifade neden?
O dönemde çok uyardım ve gayret ettim neredeyse pornografik yürütüldü çözüm süreci.
Nasıl yani?
Şöyle İngiltere Birleşik Krallık, IRA ile masaya oturduktan on yıl sonra anlayıp öğrendiler bunun bir süreç olduğunu. O dönem toplumun yüzde 78’i çözüm sürecine olumlu bakıyorum demişti. Toplumu bu noktaya getirirseniz ondan sonrada masayı devirirseniz o toplumu hiçbir zaman o problemi anlayabilecek, sindirebilecek ve yeni güzergâhını bunun üzerine inşa edebilecek imkânlarla buluşturamazsınız mümkün değildir. Öylemi o zaman “hepsini öldürün” noktasına geldiler. O yüzde 78’i bugün bir ankete davet edin onların içinden “kesin gitsin” diyenlerin oranı barışçılardan daha yüksek çıkabilir. Çünkü onları bu kadar hesapsız, ölçüsüz, kitapsız çözüm süreci adı altında “evet barış geliyor” diye inandırdılar ki, artık hiçbir biçimde uzlaşmaya geri dönmelerini bekleme hakkınız yok o insanlardan. Çünkü onları muazzam bir hayal kırıklığına uğrattınız. Bitsin diyorlardı çünkü. Bu toplum çatışma sevmez, ağız dalaşı sever.
Çözüm süreci işin bir kısmı bu şimdi ısıtılıp seçim propagandası ya da iktidarı koruma kaygısının bir parçası haline getirilemez. Özellikle Kürt toplumunda çok belirgin bir biçimde çözüm sürecinin böyle bir siyasi iktidar perspektifi ile yürütülebileceğine dair kanaat ortadan kalktı. Gene bir barışçı çözüm arayışı olmakla birlikte bunun daha sağlıklı ve mutlaka toplumsal uzlaşma kültürünün bir bütüne yayılması yoluyla olabileceği bilinci belirgin bir biçimde ortaya çıktı. Artık meşru yasal siyasi bir partinin karşısına illegal bir yapıyı koyarak, tercihini illegal yapıdan yana kullanan…
İllegal yapı dediğiniz?
PKK, meşru yapı dediğim de HDP. Biri illegal örgüt, diğeri de legal siyasi parti. Yüzde 13’e kadar varan bir oy potansiyeli olan, 6 milyon yurttaştan oy almış bir siyasi parti. Tercihini illegal siyasi örgüt ve onun liderinden yana yapan bir siyasi iktidardan bahsediyoruz.
Peki, seçim sürecinde Kürtler yine kilit durumda. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İmralı ile ilgili yaptığı açıklamaları nasıl okuyorsunuz?
Şimdi illegal örgütün başını tercih ettiğini açıkça beyan ediyor Türkiye’deki siyasi erk. Siyasi tarihi yazacak olanlar için Erdoğan ölçeğinde pragmatist başka bir figür yok. Ben böyle bir pragmatizmi açıkçası görmüştüm ama bu kadarını öngörmemiştim. Erdoğan’ı Hitlerle karşılaştırıyorlar ama hayır orada Hitler hiç inandıklarından sapmadı, söylemini değiştirmedi. Burada sürekli değişen eşsiz bir pragmatizm var. Elbette yaklaşmakta olan ve kaybedilme olasılığı son derece belirgin biçimde ortaya çıkmış olan siyasi ortamı yeniden kendi lehine çevirmeye çalışıyorlar. Sadece bundan ibaret mi bunu düşünmek lazım. Muazzam bir ekonomik yoksullaşmanın içerisine sürüklenmişken toplum, ilk defa açlıkla karşı karşıya kalmışken, bu betonlara tapan rant zihniyetinin ülkeyi getirdiği yerdir bu durum.
Ekonomide savaş politikalarının da etkisi yok mu?
Elbette savunma bütçenizi bu kadar genişletirseniz kaynaklarını oraya aktarıyorsunuz demektir. Kaynağınız var mı? 1980 itibariyle 24 Ocak ve 12 Eylül darbesi itibariyle Türkiye kaynak üretiminden geri çekildi. Kaynağı transfer etme üzerine kurdu ekonomi politikasını ve bunu da tohumu dışardan alarak ithal ederek ucuza getirdi. Yarın ithal edemediğinde ne olacak sorusu sorulmadı. Daha ilerisini görebildiklerini de pek zannetmiyorum ama biliyorsunuz bizim şahane bir lafımız vardır, “umut fakirin ekmeği, ye Mehmet ye” diye bu yalnızca fakirler için değil zenginler içinde geçerlidir.
Sanata dönecek olursak; Şiirin edebiyatın, şarkıların baskı rejimlerine karşı oynadığı rol nedir?
Öncelikle yaratıcı insanlardan çağının çağdaşı olmasını umarız her zaman. Buradan baktığımızda üzücü bir şey görüyorum. Mesela 15-16 Haziran üzerine yazılmış o kadar az sanat eseri var ki. Hasan Hüseyin’in var bir şiiri, Hulki Aktunç’un bir romanı var ama çok az. 12 Mart’ı anlatan o kadar azdır ki, Sevgi Soysal’ın “Yıldırım Bölge kadınlar Koğuşu Şafağı” gibi bir iki örneği ayırdığınız zaman ya da 12 Eylül’ü düşünün altı yüz bin kişi tutuklanmış, hapse atılmış, işkence görmüş, idamlar olmuş ama bir romanları var mı yok.
Burada bir bellek sorunu mu var o zaman?
Bu ciddi bir sorun bence. Toplumda bu bellek sorunu aşılamıyor. Mesela bunu daha Asyatik baskıcı toplumlarda mecaz ile soyutlamalarla aşanlar var. Özellikle İran edebiyatında Sadık Hidayet gibi çok önemli bir örneği var. Bizde mecaz yok.
Var ama yetmiyor galiba. Çünkü aynı zamanda edebiyat okuruna toplumsal sürekliliği sağlayacak zihinsel malzemeleri de verir. Vermiyorsanız o zaman her kuşak baştan başlıyor demektir bu birkaç kuşağı iç içe yaşamış biri olarak çok ciddi bir sorun olduğunu söyleyebileceğim bir meseledir. Her kuşak yeniden başlıyor ise ciddi bir sorun var, bir önceki kuşaktan belki ilham alıyoruz ama o aldığımız ilham daha çok efsaneler üzerine kurulu. Gerçeklik üzerine kurulu değil.
Gerçeğin tamamını görmek istemiyoruz. Toplumsal bağlar oluşturulmadığı zaman dağılma çok kolay olabiliyor. Burada enteresan bir biçimde toplumsal bağları olumlu görelim ya da olumlu görmeyelim, o bağları oluşturan bir takım harçlar var.
Nedir o harçlar?
Herkes kendi kitabınca söyleyebilir ama ben Gezi direnişinde net olarak adını koydum. Mustafa Kemal Atatürk bir harç çok enteresan bir harç, nefret eden için de bir harç, uzak duramıyor. 12 Eylül döneminde en net tanıdığım Kemalistlerden bir olan Nadir Nadi bir kitap yayınlamıştı ve kitabın adı “Ben Atatürkçü Değilim” çok hor kullanılmıştır, arkasına sığınılmıştır. Günahıyla sevabıyla denmemiştir. Birçok meseleye bakılırken İktidar nedir sorusu sorulmamıştır. Dersimin üstünü örtmek istiyorsan çok kolay örtüyorsun, görmezden geliyorsun.
Tarihte yaşananlarla yüzleşememe halimi?
Entelektüel bir yüzleşme bir türlü gerçekleşemiyor. Yüzleşme çok önemli ama yüzleşme duygusal düzlemde yürüyemez mümkün değil tıkanır. Çünkü duygusal düzlem aynı zamanda kendini ve değerlerini koruma içgüdünü de tetikler onu entelektüel bir düzleme oturtamadığın zaman bu günlere gelirsin. Bugün yapılacak şey bu entelektüel yüzleşme zeminini hazırlamak değil alt yapısını oluşturmak olabilir.
Bir Tvitiniz vardı Deniz Poyraz’ı hangi devlet öldürttü diye kastettiğiniz neydi?
Deniz Poyraz, Onun hayatına mal olmuş bir katliam girişimi ve bir cinayet var. Yani orada bir Parti İl binası var, o parti il binasının daimi olarak izlendiği zaten söylenmesine bile gerek olamayan bir realite. Aşağıda devletin emniyet elemanları var. İçeriden gelen silah sesine karşı içeri girme hareketi olmadığı biliniyor ama bu bizim maalesef tanıdığımız ve en kötüsü kanıksamaya başladığımız bir şey. Hrant’ı vuran, vurduğu söylenenin –bir den fazla insan olduğu kesin orada- arkasına Türk bayrağı astı emniyetçiler ve fotoğraf çektirdiler gurur duydular onunla. Burada bir devlet tercihi var. Eğer biz bu tercihi değiştirmezsek devlet aygıtı dediğimiz silahlı-ekonomik ağları denetleyen üst yapının kerim olmadığını, çok kolaylıkla kötülüğe meyil edebileceğini, elinde bulundurduğu gücün aslında toplumun toplam total gücü olduğu bilincini edinemezsek o zaman işte bu korkunç kanıksama haline giriyoruz. En tehlikelisi de “hep böyledir” demeye başladığın andan itibaren bunu kabul etmiş oluyorsun sürekli bir ret gerekiyor. Deniz Poyraz cinayeti aslına bakarsan pek çok benzerinin bir izdüşümü.
Bu hiç değişmeyen Asyatik devletin tercihini beyan etme şeklidir. “Ben gerektiğinde, bana gerekli görüldüğünde, ihtiyaç duyduğunda seni öldürürüm bunun da hesabını vermem” demektir.
Bu toplumsal duyarsızlıklar aynı zamanda kolay bahaneler mi üretiyor? Aysel Tuğluk için yeterince duyarlı olunduğunu düşünüyor musunuz?
Şimdi öncelikle Aysel tanıdığım saygı duyduğum, yazılarına hayran olduğum bir dostum. O kadar berrak bir aklın demansa uğramasını içime sindiremiyorum. Aslında bizim soracağımız soru şu! Aysel niye içerde? Selahattin Demirtaş niye içerde? İdris Baluken, Gülten Kışanak, Osman Kavala niye içerde? Hiçbir haklı gerekçe ve hukuki gerekçe olmaksızın tutsak alınmış insanlardan bahsediyoruz. Toplumsal duyarsızlıktan öteye acaba biz siyasi stratejileri oluştururken bu faktörü hep dışarıda mı tutuyoruz, hep bir öncelik üzerine mi kuruyoruz. Strateji illaki tek bir hedefe doğru kurulmaz, tam tersine strateji de satranç oyunu gibidir her hamle geometrik sayıda çoğalan hamle getirir o hamlelerin hepsini hesaplayamadığınızda iyi bir strateji kurmuyorsunuz demektir.
Türkiye’de hukuk sisteminin baştan aşağıya revize edilmesi gerekiyor. Türkiye’de liyakat yoksunluğunun temelden giderilmesi gerekiyor. Nepotizmin en radikal biçimde gömülmesi gerekiyor. Türkiye’de kangrenleşmiş toplumsal sorunlara karşı bunun içinde kadın cinayetleri var, nefret suçları var, Radikal bir biçimde cezasızlıktan uzaklaşmak gerekiyor ve cezasızlık özendirici bir hale getirilmiş durumda. Buralarda bir araya gelindiği zaman ilkeli bir beraberlik oluşur.
Orhan Alkaya’nın derdi ne?
Hayatın bir insana hiçbir zaman yetmeyeceğini anladım. En az iki tane daha yaşamak lazım ki tadını çıkara çıkara doğru şeyler yapmayı becerebilelim. Derdim ilk günden bu yana farkına vardım ki adaletsizlik. Ve bu adaletsizlik canımı acıtıyor bundan hoşlanmıyorum. Bu kadar basit.