ABD hegemonyası bölgesel ve küresel ölçekte yeniden yükseliyor. Irak ve Suriye savaşı ile kaybedilen meşruiyetin önce Rojava’da, sonra Ukrayna’da onarılması, yükselen ABD hegemonyasının en önemli iki nedeni. Yeniden başlayan Türkiye-ABD yakınlaşması da bu değişimin bir sonucu olarak okunabilir.
İlişkilerdeki bu değişim her ne kadar Ankara yetkilileri tarafından klasik bir retorikle lanse edilse de aslında Türkiye açısından tamamen bir zorunluluk ve geri adım gibi görünüyor. Rusya’nın Ukrayna bataklığına saplanması, İran’ın içerde ve dışarıda zayıflamaya başlaması, Suriye’nin işgale ve paylaşım planlarına beklenmeyen bir direnç göstermesi ve de Türkiye’nin içerde yaşadığı ekonomik ve siyasi krizlerin büyüyerek devam etmesi Türkiye’yi dış politikada değişime zorluyor. Bundan sonra giderek daha fazla Batı kutbuna yanaşan bir Türkiye görebiliriz.
Hatırlanacağı üzere Türkiye’nin Suriye savaşında mezhepsel tercihleri önceleyen, Suriye’den pay almaya odaklı strateji doğrultusunda hizalanmasıyla ABD ile Türkiye arasındaki makas açılmıştı. Fakat son gelişmelerden anlaşıldığı üzere belli ki doğu blokuyla sürdürülen ilişkiler de sınırlarına ulaşmış. Bu tabloda Türkiye’nin Suriye politikasının payı büyük. En son yapılan Astana zirvesinin Rusya, İran ve Türkiye’nin eliyle Suriye’nin emperyalist paylaşım platformuna döndüğünü ve Türkiye’nin buradan da istediğini alamadığını gördük. Suriye politikasından Batı ülkeleri iyice nemalandı ve Türkiye’yi Ortadoğu’dan gelen göçmen risklerini önlemede devasa bir istasyon olarak kullanmayı başardı. Açıkçası Türkiye’nin Suriye politikası ve sonrasında başlattığı seferler Türkiye’ye ağır yük ve sorumluluk bindirmenin ötesine gidemedi. Adeta birer Pirus zaferi olan seferler ülkeyi tamamen Ortadoğu ülkesi haline getirdi.
Asıl hakikate gelirsek; Ankara bu denklemde tüm hikayesini, Kürtlerin kazanımlarını nasıl ortadan kaldırabilirim, yollarını nasıl kapatabilirim üzerine inşa ettiği için krizden krize, gerilimden gerilime, tavizden tavize koşup duruyor. Türkiye Kürtleri zayıflatma hedefine sıkışmış ve buradan çıkamıyor. En son hangi rejimle yönetildiği belli olmayan, emperyal çıkarlara hizmet edebilecek şekilde bir ülke statüsü ile ayakta tutulan Irak devleti ile yapılan görüşmelerin arka planında yine bu motivasyon vardı. Irak görüşmelerinde görüldüğü üzere Türkiye, uzun süredir devam eden Kürdistan’a el koyma planını başka bir aşamaya taşımak istiyor ve bu plana bölge ülkelerini de dahil etmek istiyor. Ancak hem bölgesel hem küresel devletlerin Türkiye’nin planıyla ortaya çıkabilecek riskleri üstlenmeye takatleri yok. Kürtlere cephe açmak, ne bölgesel ne de küresel aktörler açısından iyi bir yatırım değil. Türkiye’nin Kürt meselesindeki istikrarlı zafiyeti, sadece bu aktörlere Türkiye ile ilişkilerinde maksimal kâra göre konumlanma fırsatı sunuyor.
Ankara, askeri teknoloji aracılığıyla Kürt savaşı üzerinden köpürttüğü şiddet tezine sıkışıp kalmış. Yayılmacılığa dönüşen bu stratejinin açığa çıkaracağı orta ve uzun vadeli yüklerin, Türkiye’nin iç ve dış krizlerini içinden çıkılamaz hale getirme olasılığı çok yüksek. Kürt savaşına odaklı savaş ve gerilim stratejisi sürerken ülke nüfusunun 30 milyonunu oluşturan Kürt halkının ne düşündüğünü ve nasıl hissettiğini yeterince hesaba katmamak başka bir ihmalkarlık, belki de büyük bir tarihsel yanılgı. Değişen dünya karşısında, asırlardır iç içe yaşadığı bir toplulukla bu kadar uzun süreli bir savaş ve şiddet stratejisinde ısrar etmenin riskleri doğru hesaplanmıyor. Sistemin Kürt bilgisi çok sığ ve sistem Kürtler karşısında silahlanma ve şiddet argümanları dışında politik ve kültürel bakımdan yenilenmekte zorlanıyor. Anın intikamcı aklı, Türkiye’yi köreltiyor ve dar bir perspektife sıkıştırıyor.
“Rojava ve Başur Kürtlerinin iradesine saygı ve Türkiye’de yeni bir çözüm süreci” en mantıklı siyaset olarak ortada duruyor. Buna büyük Kürt barışı diyebiliriz. Yani tüm Kürtlerle barış. Herkesin kazanabileceği bir yol bu. Günün sonunda buraya doğru çubuğu kırmayan siyaset mutlaka kaybeder. Bölgesel ülkeler, küresel aktörler bu hakikati görüyor. Ancak gerçekçi olmakta fayda var; Türkiye bu hakikate direniyor ve de çok uzak. Bu hakikatin tersine giderek Kürtlerle arasına yüksek duvarlar örmeyi tercih ediyor. Haliyle seçim sathı mailinde yeniden iyi niyetle başlayan barış ve çözüm süreci tartışmaları bu realiteye çubuğu bükerek hareket etmeli. Gerçek bir barışın koşulları öncellikle soğuk gerçeklerle yüzleşmek ve barışı temenni olmaktan çıkarmakla başlar. Barış artık kazanılması ve örgütlenmesi gereken bir mevzi. Savaş karşıtlığı güçlenmediği sürece, hele de seçim sathı mailine sıkıştırılan barış tartışmaları -çok kıymetli olsa bile- toplumda bir umut ve heyecan yaratmakta zayıf kalır.
Sonuç olarak çoklu krizler büyüyerek devam ediyor. Mayıs seçimlerinin ülkenin tek bir sorununu bile çözmediğini görüyoruz. Savaş ve şiddet ile krizler ne zamana kadar bastırılır bilemeyiz. Zerre kadar değişim sinyali yakmayan bir siyasi akıl ile mevcut sorunların çözülemeyeceğine, buradan bir cennetin çıkmayacağına hem iktidar çevreleri hem de bizler ikna olmalıyız.