Avrupa, iki gün sonra sonuçlanacak olan ABD Başkanlık Seçimleri’ne kilitlenmiş durumda. Gerçi yaygın medya manşetlerine daha çok pandemi verilerini taşıyor, ama gerek hükümetlere yakın araştırma kurumlarında gerekse de burjuva medyasının ekonomi ve siyaset sayfalarında seçimlerin olası sonuçları ve Avrupa’ya etkileri tartışılıyor. Burada öne çıkan konulardan birisi, belki de en önemlisi, ABD’nin Çin Halk Cumhuriyeti’ne (ÇHC) yönelik politikasının seçimlerden sonra nasıl şekilleneceğidir. ÇHC’nde gerçekleştirdikleri devasa yatırımları hakkında ciddi kaygılar taşıyan Avrupalı sermaye grupları umutlarını Joe Biden’a bağlamış görünüyorlar.
Biden’in seçilmesi durumunda ABD’nin ÇHC politikasında daha yumuşak bir retoriğin kullanılmaya başlayacağı ve gerilimlerin azaltılacağı tespiti Biden’in söylemlerine ve Demokrat Parti’nin seçim programına dayandırılıyor. Sahiden de Biden şimdiye kadar yaptığı açıklamalarda daha yumuşak bir retorik kullanıyor ve ÇHC’ne karşı farklı bir politika uygulanacağı, ihtilafı derinleştirmek yerine araştırma ve geliştirmeye büyük bütçeler ayırarak, ABD’nin teknolojik üstünlüğünün güvence altına alınacağı vaatlerini veriyordu.
Ancak bu vaatlere dayanarak ABD’nin Biden ile ÇHC politikasında esaslı bir değişimin gerçekleşeceğini beklemek büyük bir yanılgı olacak, ki özellikle Alman sermaye grupları bunun çok iyi farkındalar. Gene de olası bir Biden yönetimi ile ÇHC konusunda ABD ve Avrupa arasında eşgüdümlü bir koordinasyon mekanizmasının kurulabileceği umudunu ifade etmekten geri kalmıyorlar.
Aslına bakılırsa Biden seçilse ve istiyor olsa dahi ne ABD’nin ÇHC politikasında ne de transatlantik ilişkilerde büyük bir değişim gerçekleşebilecek. Çünkü bir tarafta Trump yönetimi kendisinden önceki hükümetlerin uyguladıkları ÇHC politikalarının ABD çıkarlarına ters düştüğü algısını kamuoyunda yaygınlaştırdı ve ÇHC ile her türlü ilişkiden kopuş politikasına (Decoupling) geniş toplumsal desteği alarak, olası Biden yönetiminin bu konudaki hareket alanını şimdiden sınırlayabildi. Yapılan araştırmalar, ABD kamuoyunda Trump’ın ÇHC’ne yönelik politikasına desteğin yüzde 75’e ulaştığını ortaya çıkartıyor.
Diğer taraftan ise ABD’nin ÇHC’ne yönelik saldırgan tutumunun Trump ile başlamadığını da unutmamak gerekiyor. Anımsanacağı gibi, bizzat Obama 2011 yılında “Asya’ya yönelim” başlığı altında ABD donanmasının üçte ikisini Pasifik bölgesine konuşlandırmayı öngören “Pasifik Stratejisini” açıklamıştı. ÇHC’ni “stratejik rakip” ilân eden ve nükleer başlıklar için ayrılan bütçeleri Soğuk Savaş sonrası görülmemiş hızda büyüten Demokrat Obama’ydı. Hatta “B61 Model 12” adı altında, küçük formatta “her an kullanılabilecek” nükleer bombanın geliştirilip, ordu envanterine alınmasına da onay vermişti.
Hâlihazırda ÇHC roketler, bombardıman uçakları, savaş gemileri, nükleer silahlar ve 400’ü aşkın ABD üssü tarafından tamamen kuşatılmış durumdadır. Avustralya’dan Pasifik’e, Güneydoğu Asya’dan Japonya ve Güney Kore’ye ve Avrasya bölgesinden Afganistan ve Hindistan’a kadar konuşlanmış olan ABD ordusu, kusursuz bir ilmik gibi ÇHC’nin boyuna geçirilmiş ve sıkılmayı beklemektedir. Görüldüğü gibi, ister Trump seçilsin, isterse de Biden, ABD emperyalizminin saldırganlığında değişen bir şey olmayacaktır. Belki değişecek olan, o da ancak Biden seçilirse, kopuş dinamiğinin hızıdır. Trump’ın ve Biden’in destekçileri arasında termonükleer bir savaşı ABD’nin kazanabileceğini düşünenlerin sayısı hiç de az değildir. O açıdan önümüzdeki yılların, tehlike potansiyelini artıran ABD-ÇHC-İhtilafınca belirleneceğini şimdiden öngörebiliriz.