Ragıp Zarakolu
On küsur yıl önce, New York’ta Columbia Üniversitesi’nde, Türk Öğrenci Birliği’nin organize ettiği “Osmanlı İmparatorluğu’nda Azınlıklar” başlıklı bir konferansı izleme olanağım olmuştu. ASAM başkanı Emekli Büyükelçi Gündüz Aktan ve aynı kurumun bünyesinde yer alan İnsanlığa Karşı İşlenmiş Suçlar Araştırma Enstitüsü Başkanı Ömer Engin Lütem konuşmacı idi. Columbia Üniversitesi’nin muhteşem bir salonunda yapılacaktı toplantı, ama katılım az olduğu için daha küçük bir yere alındı toplantı.
Benim açımdan ilginç bir toplantıydı, özet olarak resmi görüşün son yaklaşımını izlemiş oldum. Konuşması benim açımdan, ilginç ve örtülü nüanslar taşıyan Gündüz Aktan, Osmanlı mirasından çözümsüz kalan tek sorunun Ermeni Meselesi olduğunu söyledi. Ki doğrudur, tabii Kürt sorununun varlığını inkar etmeye devam edersek. Benim açımdan, Kürt sorunu da çöken bir İmparatorluktan bugüne sarkan ve hala çözümü bulunamamış bir sorundur. Aktan, 1948 yılında BM Soykırım Sözleşmesi imzalanırken, siyasal amaçla yapılan kitle kıyımlarının, Sovyetlerin isteği ile sözleşmenin kapsamı dışında bırakıldığını söyledi. Aktan, bir trajedinin yaşandığını inkar etmiyor. Ama ona göre, 1948 Sözleşmesi’nin temelini oluşturan Yahudi Holokostu hala tekil bir örnek olarak kalıyor. Her kitle kıyımı jenosit/soykırım olarak tanımlanamaz. (Her ne kadar bu sözleşmenin yazarı olan Polonyalı Hukukçu Lemkin, kendisini bu alana iten olgunun, 1915 Ermeni örneği olduğunu belirtse de…)
Özetle Aktan’ın yaklaşımı, yaşanan olayın “soykırım” olarak tanımlanamayacağı noktasında düğümleniyor. Ermeniler isterlerse La Haye’deki Uluslararası Mahkeme’ye başvurabilirlerdi. Lütem’in konuşması ise Osmanlı Hükümeti’nin 1916 yılında yaptığı resmi açıklamanın bir tekrarından ibaret olan gerekçelerin yeni bir sıralamasından ibaretti özü itibariyle.
Bugünlerde Osmanlı Hükümeti’nin Avrupa kamuoyuna yaptığı 1915 olayı ile ilgili Fransızca resmi açıklamanın üzerine çalışıyorum, Alman belgeleri ile birlikte. Orada tekrarlanan ne kadar gerekçe varsa, bugün resmi görüş hala aynı şeyleri tekrarlamakla yetiniyor, sözde Cumhuriyet’e geçilmesine karşın. Özetle Ermeniler hep ihanet ettiler, sonunda da bedelini ödediler. Biraz da Hallaçoğlu’nun Ermeni kayıplarını neredeyse onbinlere indiren, son çalışmasının bir özetinden ibaretti Lütem’in konuşması.
Resmi inkarcılığın üç temel noktası var;
1) Ermenilere yönelik tehcir kararı, “Ermeni ihaneti” nedeniyle haklı ve meşru bir karardı.
2) Olay jenosit/soykırım olarak tanımlanamaz.
3) O kadar değil, şu kadar insan öldü. Ve buna bir “görüş” daha eklendi, olayı 1915 ve
Sonrasında tüm Osmanlı coğrafyasına yayarak: “Aslında bizden daha fazla insan öldü.”
Resmi görüş bağlamında, Ermeni olmanın belirleyici unsur olmadığı, Katolik ve Protestan Ermenilerin uygulama dışında tutulduğu bu toplantıda belirtildi (Ermeni olmak belirleyici unsur olursa, jenosit tanımına girmesi daha olası) ki, bu doğru değil, belgeleri biraz araştıranların bildiği gibi. Bu gruplar da tehcir kapsamına alındılar.
İkinci doğru olmayan husus ise, tehcirin Ermenilerin dışında kimseye uygulanmadığının belirtilmesi idi. Bu da doğru değil, il tehcir kararı Ege’deki Rum nüfus için alındı, başladı, sonra durduruldu, Yunanistan ilk başta harbe girmediği için. 1916 yılında Karadeniz Rumlarına yönelik bir tehcir başlatıldı. Ve yine aynı yıl Rus yanlısı olmasından kuşkulanılan Kürt aşiretleri tehcire tabi tutuldu. Ve Süryani/Nasturi/Keldani cemaatleri de, aynı kararların kurbanı oldular. Hatta hatta Filistin’deki Yahudi kolonileri için de tehcir kararı uygulaması, Almanların devreye girmesi üzerine başladıktan kısa süre sonra askıya alındı.(*)
Bütün bunlarda alınan, Almanların İngiliz kolonilerini ayaklandırma hayali ile istediği “Cihat” kararının da etkisi oldu. Yahudilerin durumu sorulduğunda, onlara hiçbir şey olmadığı belirtilince, ben buna ilişkin bir soru yönelttim, Almanların tehcir kararı alınmasındaki rolüne ilişkin bir soru ile birlikte.
Burada yine bir terim anlaşmazlığı çıktı, “tehcir”, Rusların Müslüman nüfusa uyguladığı gibi, bir sınır dışı etme, yani deportasyon değil, bir “yeniden iskan” (relocation) idi. Çünkü Ermeniler Osmanlı sınırları içindeki Suriye çöllerine sürülmüşlerdi.
Tartışmayı özü üzerinde değil de, tanımlar, sayılar üzerinde yoğunlaştırma taktiği bana, 30 yıl boyunca Kürt sorununun tartışılmasının nasıl saçma bir hale sokulduğunu hatırlattı. 30 yıl Kürtlerin varlığını tartışmakla harcadık. Kürt diye bir halkın, ulusun var olmadığı savunuldu ciddi ciddi akademisyenlerce. Herhalde 30 yıl da lise münazaraları gibi 1915’in jenosit olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı, kayıpların sayısının o kadar değil de bu kadar olduğunu tartışmakla geçireceğiz.
Bu aslında çok akıllıca taktik. Yani konuyu saçma bir hale getirmek, özü tartışmayarak, zaman kazanmak, çözümü olabildiğince ertelemek. Yoksa dünya kamuoyu 1915’ten bu yana Ermenilerin başına ne geldiğini de, Kürt halkının da var olduğunu biliyor ve bunları tartışmayı çok saçma buluyor. Bu saçmalığı da biz Türklerin “acaipliğine” ve “fanatikliğine” veriyor. Bunun ardındaki ince hesabın farkında olmadan.
(*) Bu konuda, İstanbul Üniversitesi’nin düzenlediği “Ermeni Sorununda Yeni Yaklaşımlar” konferansında tebliğ sunan Yair Auron’un harika bir çalışması var, Filistin/İngiliz/İsrail arşivlerindeki belgelere dayanarak: “The Banality of Denial: Israeland the Armenian Genocide” (İnkar Etmenin Saçmalığı: İsrail ve Ermeni Soykırımı). Türkçe tercümesi yakında Belge Yayınları tarafından yayınlanacak. Yair Auron, İsrail’in Ermeni soykırımını inkar politikasını irdeliyor.