‘Kent en başta emekçilerin, mültecilerin, ötekileştirilenlerindir’ diyen Cihan Uzunçarşılı Baysal, salgın hastalık sırasında konut hakkının, doğanın ve dayanışmanın önemini anlattı
Nevin Cerav/İstanbul
Çin’de başlayıp dalga dalga dünyaya yayılan koronavirüs salgını (Covit 19) tüm hızıyla sürüyor. Bu süreçte dünyanın en büyük ve en kalabalık kentleri ise koronavirüs salgınının en çok etkilediği yerler olarak öne çıktı. Dünyanın her yerinden insanın ziyaret ettiği, sosyalleştiği, eğlenip alışveriş yaptığı, gezip keşfettiği, bazen de savaştan, baskıdan kaçıp sığındığı bu kentler şimdilerde ıssızlıklarıyla takdir edilen alanlar haline geldi. Bir pandemiyi ilk kez yaşayan insanlar baskıcı yönetimleri, yaşam alanlarını, sağlık sistemini, doğa talanını ve daha pek çok olumsuzluğu sorgulamaya başladı.
İstanbul Kent Savunması ve Kuzey Ormanları Savunması üyesi Cihan Uzunçarşılı Baysal, aynı zamanda mezun olduğu Boğaziçi Üniversitesi İİBF Siyaset Bilimi bölümünde yüksek lisans tezini konut hakkı üzerine yazmış bir isim. İmece Toplumun Şehircilik Hareketi, Sulukule Platformu, Ayazma Mağdurları, İstanbul Kent Hareketleri gibi platformlarda çalışan Uzunçarşılı Baysal ile salgın döneminde kentleri, konut hakkını, baskıcı sistemleri, alınan ve alınmayan tedbirleri konuştuk.
- Kent ne demektir ve nasıl olmalıdır?
Kent denildiği zaman benim hemen aklıma gelen kentsel kamusal alanlardır. Kamusal alanı inşa ettiğimiz yerler, meydanlar, sokaklar, parklar, buluşma, rastlaşma mekanları, farklı olanların, her cinsiyet, cinsel yönelimden, dil, din, etnisiteden insanın karşılaştığı, birbirine dokunabildiği, birbirini görebildiği kentsel mekanlar. Dolayısıyla ötekileştirilmenin daha tahammül edilebilir olduğu, çünkü iç içe bir yaşamın kurulduğu bir yerleşimden bahsediyoruz kent dediğimiz zaman. Birbirimizi sevmek zorunda değiliz ama en azından anlamak, tahammül etmek zorundayız. Demokrasi bu nedenle kentlerden inşa edilir. Kent sadece büyük binalar, alışveriş merkezleri, görkemli yapılar vs. değil. Kenti var eden aslında kentte yaşayan insanlardır. Hani Shakespeare’e atıfla söylenen laf var ya; ‘Kent nedir ki, insanlarından başka’ diyor. Sosyolog Sharon Zukin de New York’un dönüşümünü anlattığı çalışmasında benzer bir şey söylüyor. Bir kente ruhunu veren, kenti kent yapan oradaki insanlardır’ diyor ve yerleşik nüfuslar kenti terk ettiklerinde ya da yerlerinden edildiklerinde “kentin ruhu ölür” diyor. Dolayısıyla insanından ve çoğulculuğundan ayrı bir kent düşünemeyiz. Farklılıkların olmadığı bir yapıya kent diyemeyiz.
Bir de benim çok sevdiğim Richard Sennett’in kent tanımı var; “İçinde aramadıklarınızı bulduğunuz yer kenttir”, der. İstanbul’da ben bunu çok yaşıyorum; bir yeri gezerken mesela birdenbire yolumu kaybediyorum, bambaşka bir yere çıkıyorum. Hiç aramadığım, o güne kadar aklımdan geçmeyen bir yerleşimle, farklı insanlarla yolum kesişiyor. Sennett bu saptamayı, düzenli, kontrollü, her şeyi planlı, steril kentsel yapılara karşı söylüyor. Çünkü kent böyle bir yer değildir. Kent sürprizlere açıktır. Burada sürpriz, iyi de olabilir, kötü de. Ama kent budur. Çarpıklık, keşmekeş, tehlike kente içkindir. Yani kent biraz böyle bir şey. Devamlı yeni şeyler keşfedebileceğimizi bildiğimiz bir yerdir kent. O keşif bittiği, tükendiği zaman, kent kent olmaktan çıkıyor. Batı kentlerine çok öykünüyoruz. Diyoruz ya, ‘ne kadar düzenli ne kadar temiz, steril’, örnek gösteriyoruz. Oysa bence Batı Avrupa kentleri yavaş yavaş kent olmaktan çıkıyor, sürprizlerini kaybediyorlar. O kentlerin aksine, mesela, biz kentlerimizde hala sokak hayvanlarıyla birlikte yaşıyoruz. İstanbul, mesela, her dolaştığınızda başka bir şeyi keşfedebileceğiniz, katman katman derinliği olan bir yer. Kent aynı zamanda siyasetin yapıldığı ve yönlendirildiği, demokrasi ve özgürlüklerin inşa edildiği yerdir. Antik Yunandan itibaren agoralar ya da bugünün kent meydanları, en başta söylediğim üzere, kentsel kamusal alanlar bu nedenle de önemlidir. Ve kent, vatandaşlık bilincinin de inşa edildiği yerdir. Haklarını bilen ve haklarını talep eden, dolayısıyla ihlallerle, mağduriyetlere karşı çıkabilen bireyi yani vatandaşı yaratan yerdir kent.
- Günümüzde özellikle büyük kentler çok göç alıyor. Buna birçok çevreden itirazlar yükseliyor. Kentler kimindir?
Lefebvre, kent hakkını anlatırken şöyle der: ‘Kent sadece vatandaşlık bağıyla o ülkeye bağlı olanlara ait değildir. Kim orada yaşıyorsa onun kentidir’. Çünkü o gelen mülteci de göçmen de, Lefevbre’in kent hakkı tanımından baktığımız zaman, eğer kent bir sanat eseriyse ve bu sanat eseri kentte yaşayanlar tarafından yaratılıyorsa, o mülteci de o göçmen de kentin yaratılma sürecine emek vermektedir. Mademki emek vererek mekanı dönüştürüyor, değiştiriyor, o zaman o da kentin sakinlerindendir. Mutlaka bir vatandaşlık bağı olmasına gerek yok. Lefebvre, böylece kentli tanımının kapsamını genişletir. Bence de kent, o kenti yaratanlarındır. Burada da en çok tabii ki emekçi nüfusun kentidir. Oysa, tam aksine, 80’lerden itibaren neoliberal politikalarla kentlerin tamamen üst gelir gruplarına, zengin turistlere, uluslararası küresel şirketlerin ceo’larına yönelik inşa edildiğini, dizayn edildiğini, lüksleştirildiğini, sterilleştirildiğini görüyoruz. Emekçilerin, alt gelir gruplarının, ‘pis, kaka’ olarak damgalanan, kriminalleştirilen enformel mahallelerin nüfuslarının kentlerden püskürtüldüğü, kovulduğu bir süreci yaşıyoruz. Bu çok vahim gerçekten. Çünkü böylesi bir sosyo-mekansal ayrışma olduğu zaman kenti kent yapan nitelikleri kaybediyoruz. Kent belli bir gruba ait değildir, olamaz, kent farklılıklarıyla kenttir. Kent yüzde 1’in kenti değildir, yüzde 99’un kentidir. 2010’dan itibaren başlayan, küresel isyanda seslendirilen bir mesele de buydu. Çünkü bu ayrışan kentler yoksulluğun özellikle, yoksulların, mültecilerin, göçmenlerin kriminalleştirilmelerinin üzerinden yükselen kentler distopik bir kente doğru bizi götürüyor. Kent tanımını da hak etmeyen bir yerleşime doğru gidiyoruz. Blade Runner filmi hep aklıma geliyor; belli bir kesim kentin refahı, zenginliği için merkezdeyken, o yoksullar, var olamayanlar, mülteciler, evsizler yeraltında yaşıyor. Böyle distopik kentlere doğru bir gidişat var. Korkarım pandemi zamanında biz bunun keskinleştiğini göreceğiz.
- Gecekondu bölgelerindeki evler genellikle tek katlı, bahçeli, avlusu olan evler. Gökdelenlerin arasında kalmış böyle mahalleler var hala. Bu evlerin olduğu mahalleler kente dahil mi?
Ben bu soruyu yine bir atıfla cevaplayayım. Kent ve sosyal politikalar üzerine çalışan Prof. Tom Angotti, enformal konut alanlarına baktığı zaman şunu söylüyor; ‘En iyi mimar mühendis kimdir, diye dünyaya baktığınız zaman’ diyor. ‘Aslında en iyi mimarlar enformal yerlerden çıkarlar, o mahalleleri inşa edenlerdir’ diyor. Yani bizim gecekondu mahallelerimizi var eden insanları da kastediyor. Onlar kendi gereksinimlerine, taleplerine göre o yerleşimi yaratmışlardır. Yani en iyi onlar biliyor, kendi yaşam alanlarını neye göre, nasıl dizayn edeceklerini. Onun için dünyanın en iyi mimarları aslında enformal alanlardan, yerleşimlerden çıkar diyor.
Ayrıca, kent hakkı bağlamından baktığımız zaman eğer mekanı kendi arzu ve taleplerinize göre değiştirmek, dönüştürmek hatta ele geçirip, işgal ederek dönüştürmek ve kendi arzu ve taleplerimiz doğrultusunda kenti yeniden yaratmak kent hakkı ise, o enformal yerleşimlerin nüfusları da kentte var olurlarken aynı zamanda kenti dönüştürmüşlerdir. Dolayısıyla, o evler de mahalleler de elbette kente dahildir.
Ayrıca, emekçi nüfuslara, 60’larda gelenlere, daha sonra 80’lerde gelenlere zamanında sosyal konut yapılsaydı başka bir durum olurdu. Ama bu devletin de sermayenin de işine gelmedi. Bildik hikaye. O nüfuslar oralarda onlarca yıldır yerleşik, dolayısıyla tapulu veya tapusuz fark etmez, enformal mahaller meşrudur. Bağlı olduğumuz uluslararası insan hakları mevzuatına bakarsak da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin özellikle Roman mahallelerine yönelik, yıkımlara karşı ciddi kararları var. Şunu söylüyor: ‘Burada bir kamu yararı düşünüyorsanız, o kamu yararı şudur; buradaki insanlar onlarca yıldır burada yerleşik olmalarından dolayı aralarında sosyal ağlar kurmuşlar. Dayanışma ağları kurmuşlar, bir mahalle yaratmışlar. Dolayısıyla mahalle olmanın kamu yararı, senin orayı yıkıp yapacağın plaza, residence, alışveriş merkezi vb. üzerindedir. Dokunmayacaksın.’ Demek ki, konut sadece bina değildir, konut mahalledir, konut komşuluktur, konut dayanışmadır, konut orada yıllardır biriktirdiğiniz anılardır. Kolektif hafızadır. O nedenle konut hakkı çok önemli bir haktır. Birleşmiş Milletler’in ilgili sözleşme ve yorumlarından oluşan konut hakkı mevzuatında da işgal ve yasa dışı iskan konut hakkı sayılır çünkü konutunuz olmadığı zaman diğer haklara erişemezsiniz. Kaldı ki pandemide yaşam hakkınız ihlal ediliyor. Dolayısıyla enformal yerleşimler kesinlikle kentin bir parçasıdır. Ama tabii şunu da demiyoruz, bugün geldiğimiz noktada buralar yeniden elden geçirilmesin, afetlere karşı güçlendirilmesin demiyoruz. Tüm hizmetler ve altyapı sağlanmalı, daha sağlıklı, emniyetli hale getirilmeli. Ama o nüfusların ‘yerinde kalma hakkı’ ile.
- Şu anda bütün dünyada bir salgın hastalık var. Türkiye’de çalışan işçi ve emekçiler sokaklarda. Siz de kenti tarif ederken kent emekçilerindir dediniz. Fakat salgında tehlikeye atılanlar da emekçiler oldu…
Şu anda mikro bir organizma mı her ne ise COVID, kenti ele geçirmiş durumda. Ve buna karşı, bu tehlikeli virüse rağmen emekçiler çalışmak zorunda. Neoliberal iktidarların, emekçilere, kent yoksullarına bakışını dile getiren, birçok sosyoloğun, kent bilimcinin ortaklaştığı tanımlar var; kentin atıkları, safralar, gözden çıkartılanlar gibi. Yakınlarda da, pandemi bağlamında, kent bilimci David Madden şöyle dedi; kullan at (disposable) kavramı hiç bu kadar görünür olmamıştı. Böyle baktığımız zaman bu ekonominin çarkları dönsün diye emekçiler burada ‘kullan at’ metalar gibi yok sayılıyor. Hakları ihlal edilenler oluyor maalesef. 20 yaşın altı, 65 yaşın üstü evde kalacak denildi. Bu kesim çalışan nüfus değil tabii. Böyle bir ‘evde kal’ kapanma hiçbir ülkede uygulanmadı. Saçma sapan bir şey. Neden peki aradaki nüfusu da evde tutmuyorsun? Çünkü onlar çalışan nüfus. Sen ekonomini döndürmek için onlara muhtaçsın. Sonra ‘Aa 20 yaş altı çalışanlar varmış, onları da çıkartın’ dediler. Tam bir sirkatin söyleme! Dolayısıyla biz burada virüse karşı mücadelede belli gruplar korunurken belli grupların ise virüs mücadelesinde tam aksine yaşam haklarının ihlal edilerek ortaya atıldığını görüyoruz. Bir devlet neden kendi emekçisini, yoksulunu, gündelik geçim derdinden çalışmak zorunda olan nüfusları virüsün kucağına atar da belirli bir ücret karşılığı evde kalmalarını istemez? Yapılan istatistiklere baktığımızda, New York, Barselona, İstanbul yayınlandı, bu kentlerde hangi ilçelerde daha çok ölüm var? Maalesef ve maalesef 3 kentte de en çok ölüm emekçi mahallelerinde, alt gelir ve azınlıkların mahallelerinde. Bu çok vahim bir gidiş. ‘Yani diyorsun ki, ben seni kullanıp atacağım. Yeter ki bu çarkı döndüreyim, işveren para kazansın’. Neden, bir iktidar, iban yollamak yerine tam tersine iban isteyip bu nüfusların evde tutulmalarını sağlamaz?
- Sizin konut hakkı ile ilgili çalışmalarınız da var. Bu salgında birçok insan işsiz de kaldığı için kirasını ödeyemeyeceğini söylüyor. Bununla ilgili ne yapılabilir?
Şimdi tabii başka bir şey daha görmeye başlayacağız bu süreçte, Birleşmiş Milletler konut hakkı raportörü Leilani Farha, çok ciddi bir ikazda bulundu devletlere. Enformal yerleşimlerin nüfusları ve evsizler bağlamında, Farha, ‘Konut, artık pandemiyle mücadelenin en ön safında yer almaktadır’ dedi. Çünkü pandemi zamanında, bir konutun yoksa artık bir ölüm kalım meselesinden söz etmekteyiz. Bu nedenle evsizlerin, insan onuruna, sağlık şartlarına uygun koşullarda, birbirlerinden izole edilerek mutlaka barındırılmaları gerektiğini ikaz etti. Enformal mahallelerdeki sağlık şartlarına da el atın dedi. Bu pandemi süreci, gerçekten konut hakkının önemini, yaşamsal önemini gözler önüne serdi, suratımıza çarptı. Biz bu süreçte sadece evsizlerin değil kiralarını ödeyemeyenlerin de ölüm kalım mücadelelerine şahit olabiliriz. Yavaş yavaş ‘kiramı ödeyemiyorum’ şikayetleri başladı. Bir sürü insan, bir-iki ay içinde kiralarını ödeyemediği için, zorla tahliye ve sokağa atılma tehdidiyle karşı karşıya kalabilir. Dünya üzerinde kira grevleri başladı. Önce Amerika’nın kentlerinde başladı, insanlar diyorlar ki, ‘Biz kiramızı ödeyemiyoruz, bu yüzden ödemeyeceğiz’. Bu yayıldı, Kanada’ya sıçradı, Avusturalya’da da eylemler görüyoruz. Tabii şu var; buralardaki mülk sahipleri daha çok finans şirketleri, büyük emlak şirketleri. Tekil ev sahipleri buralarda daha azınlıkta. Dolayısıyla, kira grevleri aynı zamanda küresel kapitalizme de bir karşı çıkış oluyor. Türkiye’den baktığımızda, konutun finansallaşması süreci o kadar hızlı değil. Evinin kirasıyla geçinen ya da kirayla kira ödeyen önemli bir nüfus var. Biz İstanbul Kent Savunması olarak, hem kiracıların hem mülk sahiplerinin bu süreçte karşı karşıya gelmeden sorunun nasıl aşabilecekleri üzerine kafa yorduk ve bir rapor hazırladık. Burada esas görevi devletin üstlenmesi gerektiğine parmak bastık. Change.org üzerinden Cumhurbaşkanı ve TBMM’ye yönelik yazılmış bir imza metnimiz de var. Sosyal ve ekonomik adalet için, kiracı hakları için bir çağrı yayınladık. Ve dedik ki; en gerekli birincil destek ekonomik destek, insanların hem kiralarını hem de faturalarını ödeyin. Kira grevleri olsun, zorla tahliyeleri durdurun, kiracıları sokağa atmayın çağrıları olsun bunların giderek seslendirildiğini ve giderek kitleselleştiğini göreceğiz. İKS olarak biz de kiracıların haklarına yönelik elimizden gelen desteği vereceğiz.
- Türkiye’de de sosyal medyadan faturalar için özellikle ‘ödemiyoruz’ diye bir eylem yapılmıştı ama buna katılanlara soruşturma açıldı, gözaltına alındılar…
Türkiye’de haklar ve özgürlüklerin tırpanlanması, önceden başlamıştı zaten ama pandemi vesilesiyle tepeden inme, hukuksuz bir şekilde, anayasaya ve bağlı olduğumuz tüm uluslararası insan hakları mekanizmalarına aykırı, hak ve özgürlüklerden geriye gidiş hızlanıyor. Basın ve ifade özgürlüğüne yönelik ihlallerin ivmesi giderek artabilir bu süreçte. Ve zaten işte başladı. Şu anda adı konulmamış bir olağanüstü hal ile karşı karşıyayız. Ücretsiz izinler başlatıldı; pandemi bahane edilerek, emekçilerin hakları tehdit altında. Pandemi, olağanüstü şartların dayatılmasını olağanlaştırabilir, normalleştirebilir. Kapitalizm nasıl afetlerden besleniyorsa, Naomi Klein’in ‘Felaket Kapitalizmi’nde bahsettiği üzere, benzer şekilde afetlerden otokrasiler de besleniyor. İşte bu hukuksuz uygulamalar, tedbirler, insan haklarına yönelik birçok kısıtlama vs. bu süreçte olağanlaştırılıyor.
Bir de gözetim, denetim, kontrol tarafı var, hele ki bugünün teknolojileriyle bunun kapsamının çok genişlediğini görüyoruz. Mesela Çin pandemiyle mücadelesini böyle bir denetim, gözetim üzerine kurdu. Sincan bölgesinde Uygurlara uyguladığı gözetim, denetim, kontrol teknolojisini, drone’larla insanları takip etmesinden olağan şüphelileri gözaltına almaya kadar, işte bunları, pandemi sürecinde Wuhan’da da uyguladı. Yakınlarda Sağlık Bakanlığı bir açıklama yaptı. Telefonlardan 65 yaş üstü kişilerin dışarı çıkmalarının izlenebileceğini açıkladı. Tamam, belki bu süreçte bu lazım ama bu tür uygulamalar, pandemi sürecinde normalleştirildiğinden pandemiden sonra da yaşamımızın parçası olabilir, bundan kaygılıyım. Bu süreç bizi başka bir dünya düzenine götürebilir ama belki de tam aksine bu gidişat isyanlarla, patlamalarla, yeter artık’larla bambaşka bir düzene de götürebilir. Doğa aslında isyan etmiş vaziyetteyken kendisini şu anda nasıl yenilediğini görüyoruz. Kentler üzerindeki hava kirliliği azaldı, birçok yabanıl hayvan kent merkezlerine çıktı. Bizim ele geçirdiğimiz bu alanlar aslında onlara aitti. Doğa kendini iyileştiriyor. Acaba insan da bundan dersini alıp iyileştirebilecek mi? Mesele galiba biraz da bu.
- Pandemi sürecinde insanların konutlarının şeklinin ve tarzının da ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Bahçesi, balkonu, avlusu olanlarla bunların hiçbirinin olmadığı yaşam alanları çarpık bir kentleşme olarak da karşımızda duruyor…
Kesinlikle öyle. İnsani bir yaşam tarzından koptuk. Konutu metalaştırdıkça, kenti metalaştırdıkça ve kenti ekonominin lokomotifi yaptıkça o güzelim evlerden koptuk. Konut bir yaşam alanı, temel bir hak olmaktan çıkartılıp bir metaya, finans varlığına dönüştürüldüğü zaman böyle oluyor. Bu anlayış bahçe için ne diyor, o bahçe yerine kaç daire yaparım da satarım diye bakıyor.
- Pandemi sırasında en çok etkilenen sektörler hangileri olacak ya da durağanlaşan?
Pandemi nedeniyle belli sektörlerin çöküşüyle karşı karşıyayız. En başta turizm. 2010-2018 arası dünya üzerindeki aktivite 800 milyondan 1.4 milyara çıkmış. 1.4 milyar kişi çıkmış dünyayı geziyor. Buna bağlı olarak biz ne görüyoruz? Havaalanları, oteller, alışveriş merkezleri, müzeler, olimpiyatlar, kültür sanat etkinlikleri, bianeller vs. bunlar turizm endüstrisinin bir parçası. Şimdi bunlar çöktü. O zaman dünyanın en büyük havalimanını yaparken, temiz havaya en çok ihtiyacımız olan bir zamanda 13 milyon ağacı katletmek, suya en çok ihtiyacımız olan bir zamanda sulak alanları betonlamak ve gıdaya ihtiyaç zamanında oradaki tarım alanlarını yok etmek herhalde bir övünç değil, bir mega aptallık projesidir bence. Bir mega geri zekalılık projesinden başa bir şey değildir. Keza kruvaziyer turizmi diye Karaköy’den Salı Pazarı, Tophane’ye kadar olan bir alan yok edildi. Galataport’tan bahsediyorum. Hani nerede senin kruvaziyer turizmin, gelsin bakalım. Haliçportu yapacaksın diye Fatih’in 600 yıllık tersanelerini yıkacaksın oraya alışveriş merkezleri vs. yapacaksın, kim gidecek? Bu dönemde nasıl gidecek? Bunlara karşı çıkmış olan kent ve ekoloji örgütleri, çevreciler, çeşitli hak savuncularını kriminalleştiren bir söylem vardı hep. Şimdi külahlarını önlerine koysunlar, bu ülkenin geleceği için, bu ülkenin gelecek nesillerinin sağlıklı yaşam hakları için kendileri mi çalışıyormuş, biz mi çalışıyormuşuz? Kim çalışıyormuş şimdi bunu düşünmeye başlasınlar.
- Cezaevlerinin, özellikle de pandemi sırasında tutuklu ve hükümlülerin tutulmalarına uygun olmadıkları ortaya çıktı. Bu konudaki değerlendirmeniz nedir?
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Raportörü Michelle Bachelet’in devletlere bir ikazı vardı. Bu ikaz Türkçe’ye de çevrildi ama maalesef basında pek yer bulamadı. Bu ikazda cezaevlerinin yanı sıra çocuk ıslahevleri, mültecilerin tutuldukları kamplar, yaşlıların bulundukları bakım evleri de yer alıyor. Diyor ki, başta cezaevlerini boşaltın ve bu sayılan kapalı yerlerde de izolasyonu sağlayın. Bütün dünyada ve Türkiye’de insanlar üzerindeki kontrolün arttığını görüyoruz ve ayrımcılık uygulandığına da şahit oluyoruz. Bugün birçok hakkı ihlal edenler dışarı çıkartılırken gazeteciler, insan hakları savunucuları, muhalifler içeride. Muhalifleri içeride tutmak için bir yapılanmaya gidildi sanki. Bu rövanşist tutum gayri insani ve gerçekten çok vahim.
- Kenti normal dönemlerde de kullanamayan engelliler, kronik hastalığı olanların pandemi sırasında da kullanabilecek bir alanları yok…
Bu pandemiyle bazı önemli konularda ne kadar eksik ve zayıf kaldığımız da çıktı ortaya. Mesela bazı evlerde 10 kişi bir arada kalınıyor. Bunlar emekçi konutları, onlar çalıştıkları için mecburen sürekli eve girip çıkıyorlar. Yaşlıları evde tutmuşsunuz, ne işe yaradı? Pandemiye ne kadar hazırlıksız bir şekilde yakalanıldığını da gösteriyor. Mahalleden hatta sokaktan bir örgütlenmeyle mahalle ve sokak örgütlenmeleri kurmak gerekiyor. Bir tık üzerine çıkarak kent ve yerel olarak belediyeyi içine katacak ve tabii ki piramitin en tepesinde de merkezi yönetim olacak. Evde engelli mi var, 65 yaş üstü mü var ihtiyaçlarını karşılayacak, izolasyon gerekiyorsa bunu sağlayacak. İhtiyaçlar ve talepler belirlenecek. Bire bir kimin ne ihtiyacı varsa bunlar yukarıya doğru aktarılacak ve kurulan mekanizmayla da geriye dönüş sağlanacak. Mali yardım mı yoksa ayni yardım mı olacak, bu belirlenip yapılacak. Mesela bir sürü boş konut var, açsınlar o boş konutları insanlara. Oteller var, açın otelleri evsizlere. Böyle bir örgütlenmenin kurulması lazım. Birçok ilçede dayanışma ağları kurulmaya başlandı; engelli, sağlık sorunu olan insanların, sokağa çıkamayan yaşlıların ya da gıda ihtiyacı olan yoksul hanelerin gereksinimlerini karşılamaya yönelik dayanışma ağları oluşturuldu. Bunun sürekli hale gelmesi ve bu nedenle mutlaka yerel yönetimlerin de katılması lazım. Ama biz bugün yerel yönetimlerin bu yöndeki çalışmalarını tökezleten, çelme takan bir merkezi iktidar görüyoruz. Olacak iş değil, Eskişehir’de hem de tam bu zamanda, 25 yıllık aşevini kapattılar. Eğer el birliğiyle bu pandemiyi yeneceksek, bu dayanışmayla, tabandan tavana en tepeye kadar bir örgütlenmeyle yapılabilir.
- Salgının insanlara, dünyaya olumlu katkıları özellikle kentler açısından nasıl olacak sizce?
İklim krizi dediğimiz zaman biz hep yakın bir zamanda birçok yeni hastalığın ortaya çıkabileceğini söylüyorduk. Fakat insanımızın gündelik hayatına değmiyorsa, çok rahatsız etmiyorsa, bu uyarıların hep çok uzak bir geleceğe yönelik algılandığını ve aldırılmadığını gördük. Şimdi tam aksine minicik bir şey, bir virüs gündelik yaşama bire bir dokunup, sosyal yaşamımıza, ekonomimize, yaşamımızın her veçhesini dramatik boyutlarda etkiliyor. Salgınla birlikte yönetimler daha faşizan, daha kontrolcü yöntemlere yönelebilir ama insanlar da bu virüsten derslerini alıp başka bir sistem, başka bir dünya talebiyle ortaya çıkabilir. Şunu anladık, senin yapacağın havaalanından çok oradaki tarım arazileri önemli. Çünkü benim ekmeğim daha önemli. Ekmek bulamayınca havaalanını yiyecek değilsin ya, işte şu anda havaalanı atıl kaldı. Kentin bütün boş alanlarını yok edeceksin, bir de tabi depremi bekliyoruz her an. Her boş alana AVM, rezidans, plaza, beton bir şey dikiyorsun oysa bizim hastaneye ihtiyacımız var, erişilebilir sağlığa ihtiyacımız var. Bu pandemi döneminde bunlar öne çıktıkça itirazlar da yükselecek. Bir de tabii insanlar çok fazla tüketmeden de yaşayabileceklerini öğrenecek, yani başka bir dünyayı bu zamanlarda düşünme dönemindeyiz. Ben şuna da karşıyım; evinizde kapalı kalın, hiçbir şey yokmuş gibi yiyin, için, yoga yapın vs. ve bu süreci normalleştirin. Hayır, biz bu süreci geleceği tasarlayarak ve de isyan ederek geçirmeliyiz. Hayatımızın her yerine dokunan bu küçücük virüsle bizi baş başa bırakan bu sisteme karşı içimizdeki isyanı büyüterek geçirmeliyiz, lay lay lomla değil.