Bilim bizlere her türlü basmakalıp düşüncenin sorgulanmasını önerir.
Yaşanan sorunların temelinde anımsamaya ve düşünmeye vakti ve gücü olmayan kimi toplum kesimlerinin akıl tutukluğu yatmaktadır. Akıl tutulması; gözlerine ışık tutulmuş tavşan gibi kalakalmaktır. Elinde şemsiyesini tutup da şemsiye aramak gibi…
Günümüzde de yaşanan problemlerin birçoğu ötekileştirme, kutuplaştırma ve düşmanlaştırma politikalarından kaynaklanmaktadır.
Bu yazıyı ötekileştirilmiş bir yurttaşın, yıllardır onu anlamayan komşusuna yazdığı bir mektup olarak okunmasını istedim.
Ey beni düşman belleyen komşu; Olayların gerçek sebeplerini anlamaya çalışmak yerine, hâlâ hamasetin dümen suyunda kulaç atıyorsun, düzenin yıllarca beynine zerk ettiği önyargılarınla ve ezberlerinle düşmanlık ve nefret edebiyatı yapanlara payanda oluyorsun. Ve sen… Sormuyor, araştırmıyor, soruşturmuyorsun.
Sana hakkaniyet ve adalet bilinci yerine, yalan yanlış bilgilerle düşmanlık aşılandı ve yıllarca körüklendi bu. Dışlayıcı aşağılayıcı ve ırkçı söylemlerle büyütüldün.
Bizi bize kırdıran en büyük sebebin kökleşmiş saplantılarımız ve paranoyalarımız olduğunu bir türlü anlamıyorsun. Maruz kaldığın kuşatmanın mağduru olduğun gibi, sebebi de olmanın açmazı içerisinde olduğunu görmüyorsun. Nazım Usta’nın dediği gibi söylemeye de dilim varmıyor ama:
“Dünyanın en tuhaf mahlukusun, akrep gibisin kardeşim’, …Ve bu dünyada, bu zulüm / senin sayende. / Ve açsak, yorgunsak, al kan içindeysek eğer / ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahat senin / demeğe de dilim varmıyor ama / kabahatın çoğu senin, / canım kardeşim.”
Hiçbir şey sana sunulandan ibaret değil. Birtakım yaftalarla gerçeği saklıyorlar. Medya çok yönlü bombardımanıyla beyninin ve yüreğinin son kalelerini de ele geçiriyor. Sistem senden, senin gibilerden alıyor gücünü, seni kandırıyorlar, kullanıyorlar… Sen de yalanı gerçek sanıp oyuna geliyorsun.
Üstelik ne onlar gibi ensen kalın ne de öyle tuzun kuru… Çoğunuz yoksulsunuz, başınızı sokacağınız bir kondu, geçim derdi, çoluk çocuk…
Yüreğinin resmi ve gizli tarihinde sana kahramanlar ve soytarılar bahşeden hayat, yeni dekorlarla değiştiriyor sahnesini. Oluşturulan her oyunda yeni roller verilip, yeni replikler ezberletiliyor sana. Vicdanını başkalarının bozuk terazisinde tartıyorsun.
Sen konuşmadıkça yeter demedikçe birkaç atar tutar takımı senin adına ahkam kesiyor, vuruyor, kırıyor yok ediyor. Oyunun dışına çık, ben artık oynamıyorum bu oyunu de… Boz ezberlerini.
Kimi zaman geçmişte kalmış bir çarpıntı yoklar yüreğini. Sonra hayat ‘normal’e döner, düne benzeyen bir gün daha başlar ve yine bir labirentin çıkmaz yollarında kaybolursun.
Zulmü alkışlıyor, sesleri duymazlıktan geliyorsun. Adalet anlamsız bir sözcük sanki… Görmüyor, duymuyor, söylemiyorsun. Sanki gözlerin, kulakların, dilin yok. Sanki bir şarkın yok senin, bir yağmurun yok…. Her şeyi aklının sana ayarlı kefesindeki terazide tartıyorsun. Duyguya yer kalmadı mı dünyanda, aklın celladın mı oldu. Bir sıcak merhabaya niye uzaksın?
Yüreğinin bir köşesinde bu oyunu bozacak bir yol olmalı. Yoksa artık düşlerin de karabasandır, gerçekler de… Yüzünün bulanık yansımalarını görürsün aynalarda. Uykuda mısın, uyanık mısın, pek belli değil. Her şey üst üste çekilmiş bozuk fotoğraflar gibi karışmış birbirlerine…
Bu oyunu bozacak bir yol olmalı… Yüreğini yokla, bir parça umut kalmıştır mutlaka… Tomurcuklanmayı, sulanmayı bekleyen… Bir sabah selamı, biraz empati, biraz vicdan sızısı… Kalmıştır mutlaka.
Kaldır başını kan uykulardan… Dinle bak; “Ne zulüm ne merhamet, yalnızca adalet” istiyor birileri.