Yeni bir dünya düzeni tek başına emperyalist hegemonya yarışı ya da tedarik ve enerji iletim yolları üzerinde denetim kurulmasını kapsamıyor. İşin önemli bir yanını elbette bu oluşturuyor. Ancak kurulmak istenen sistem aynı zamanda yeni bir emek rejimiyle bütünlük oluşturuyor. Bu emek rejiminin en yalın ifadesi de son zamanlarda patron örgütleri tarafından alenen dillendiriliyor.
Yapay zeka ve diğer gelişmelerle birlikte üretimin teknik altyapısının yeni bir muhteva kazanması dünya burjuvazisinin elini rahatlatıyor. Tasavvur edilen cehennemdeki emek rejimini özetlemek için bir kavram gerekirse “kölelikten hallice” demek yeter.
Aslında neoliberal birikim modelinin çöküşünün ardından yerine neyin konulacağına dair uzun süredir devam eden bir arayış olduğunu biliyoruz. Pandemi döneminde bu arayış daha açık bir ifade de kazandı. Kapitalistler, en kötü koşullarda bile üretimin sürdürülebilmesi için çeşitli formüller telaffuz ettiler ya da uygulamaya soktular. Dardanel’de işçiler fabrikaya kapatıldı mesela. Üretimin sürmesinden başka bir şey düşünmeyen patronlar için işçinin herhangi bir robottan ya da köleden farkı yoktu.
Bu modeli MÜSİAD daha sonra “izole üretim üsleri” şeklinde formüle etti. Nitekim bunların yapımına da başladı. Model, işçinin üretim dışında bir şey düşünmemesini, tüm sosyal hayatını da patronun çizdiği sınırlar içinde sürdürmesini kapsıyor. Üretim dışındaki gündelik hayatının da ideolojik boyutlar da taşıyacak şekilde kapitalizmin ihtiyaçları temelinde örgütlenmesini…
MÜSİAD’ın bu formülü yeni bir icat değil tabii. Kapitalizmin sanayileşmeyle birlikte sıçramalı bir gelişme yaşadığı ve tarihe “vahşi kapitalizm dönemi” olarak geçen 1800’lerde de benzer bir yaklaşımla örgütlenmiş işçi mahalleleri vardı. MÜSİAD bunun 21’inci yüzyıldaki izdüşümünü tarif ediyordu ve uygulamak için de kollarını sıvamış durumda.
Pandemi döneminde netleşen diğer şey de patronların Türkiye pazarını ucuzun da ucuzu işgücü cennetine dönüştürmekte nasıl bir iştahla hareket ettiklerinin alenileşmesiydi. Keza o dönem tedarik ağlarındaki aksamanın emperyalist kapitalist iş bölümü ve yatırım politikaları-sermayenin dolaşımı üzerinde yarattığı basıncı fırsata çevirmek için sayısız plan, proje dillendirildi. Dahası uluslararası sermayeye işgücünü ucuzlatmak, güvencesizleştirip örgütsüzleştirmek için neler tasarladıklarının propagandasını yaparak “yeter ki gelin, yatırım yapın, sizin için en iyisini yaratırız” diyorlardı mealen.
Zaten tüm altyapı yatırımları, demiryolları, karayolları, havalimanları da ucuz işgücü cenneti haline getirilecek bu toprakları aynı zamanda önemli bir lojistik üs haline getirmeye hazırlandıklarının ifadesiydi.
Tam da bu noktada patronların ve devletlerinin emeğe yönelik saldırıları daha despotik bir nitelik kazanarak devam ediyor. Şu anda devam eden birçok işçi direnişinin (Polonez, Fernas, As Plastik, Mersen, Eker, Perfetti…) sendikal örgütlenmeye yönelik saldırılarla iç içe gelişmesi ve mahkeme-asker-polis-bakanlıklar hatta müftülüklerle birlikte tüm bir devlet örgütlenmesinin sınıf karakterini gizleme gereği duymadan o direnişleri boğmaya soyunması bunun somut ifadesidir. Diğer taraftan toplu sözleşme masalarında dayatılan sefalet de patronların emeği pula çevirmekteki kararlılıklarının diğer ifadesidir.
Patron örgütlerinin ardı ardına yaptıkları açıklamalarda esnek-güvencesiz çalışmanın kapılarının sonuna kadar açılması, işçinin kıdem ve diğer tazminat haklarının gasp edilmesini, özellikle sendikal tazminatın ortadan kaldırılmasını buyurmaları nasıl bir emek cehennemi yaratmak istediklerinin de özeti gibidir.
Buna son olarak MÜSİAD Başkanı Mahmut Asmalı’nın bölgesel asgari ücret uygulamasına geçilmesini isteyen açıklamaları eklendi. Patronların yıllardır hayalini kurdukları bu uygulamayı Asmalı “Anadolu’nun hem geçim şartları daha iyi hem kira fiyatları daha düşük. Kiradan dolayı 10 bin TL fark ediyor. Asgari ücretin 3’te 2’sine çalışırım diyenler var” sözleriyle özetledi. Bu sözlerle neyin ifade edildiği, hangi gerçekler üzerinde dans edildiğine dair fazla söz söylemeye gerek yok. Patronların son zamanlarda sıklaşan tüm açıklamaları aynı kapıya çıkıyor: Sıkı, zorba, kölece bir emek rejimine… Bir lokma bir hırkaya razı gelecek, örgütsüz, ideolojik araçlarla şükürcü hale getirilmiş bir işçi sınıfı…
Hayal edilen emek rejiminin en saf modeliyse İşgücü Eğitim Programı olarak formüle edilen sömürü biçiminde dile geliyor. Kamuda günlük 566 TL’ye haftada 3 gün çalışıp emeklilik primine katkısı olmayan bu program, patronların tahayyül ettikleri emek rejiminin en saf ifadesidir.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan son açıklamalarıyla bunu göklere çıkardı. “Tabii ilk uygulamaya başladığımızda bu rakam biraz düşük geldi. 100 TL zam yaptık” diyen Işıkhan, patronların hayalindeki emek rejiminin somut ifadesi olan programı “Haftada 3 gün çalışırken geri kalan zamanda da özel sektörde çalışabilirsiniz” şeklinde pazarladı. Pazarladığı şey hayal edilen güvencesiz, geleceksiz, esnek, kuralsız emek rejimidir.
MESEM’ler üzerinden nasıl ki ortaokullara indirilecek kadar azgınlaşmış ucuzun da ucuzu bir çocuk işçilik teşvik edilip yaygınlaştırılıyorsa, işsizlik belası da böylesi bir emek rejiminin oluşturulmasının benzini olarak kullanılmak isteniyor.
Türkiye’de bu böyleyken dünyada tablo farklı mı, değil elbette. Hemen tüm ülkelerde emeğin tarihsel-toplumsal kazanımlarını gasp etmek, örgütsüz ve yönsüzleşmiş bir emek ordusu yaratmak için kolları sıvamış durumdalar.
Ama bu işin o kadar kolay olmayacağı sadece son birkaç ayda yaşanan işçi direnişlerindeki inatçılık ve kararlılıktan da görülüyor. Mesele tüm bu dinamikleri birleşik mücadele potasında bütünleştirmek. Bunun da somut verileri çoğalıyor. Birçok işçi direnişi birbiriyle etkileşim içine giriyor, o direnişlerin parçası olan işçiler sezgisel de olsa bunun sınıfa karşı sınıf tutumu ve birleşik hareketle püskürtülebileceğini görebiliyor. Mesele somut gerçeğe dönüştürmekte…