‘Feminist tezlerden biri de şudur; hukuk sistemi kadınların çok uzağındadır, kadınların esas hayatını ev içlerindeki yazılı olmayan yasalar, örf, adet, töre denilen erkek egemen uygulamalar belirler’ diyen Handan Koç, muhafazakarlığı ve İslamcı kadınların çıkmazlarını anlattı.
Nevin Cerav – İstanbul
Handan Koç’un 2012 yılında basılan ve büyük ilgi gören Muhafazakârlığa Karşı Feminizm kitabı, üçüncü baskısını yaptı geçtiğimiz günlerde. Türkiye’deki muhafazakârlığı, köklerini ve kadına yönelik politikalarını gelişimiyle birlikte değerlendiren kitap, AKP öncesi ve sonrasını, baş tacı edilen sağcı fikirleri feminist bir bakış açısıyla ele alıyor. Muhafazakârlığın kadınlar üzerindeki etkisini ve yaşamlarında yarattığı sarsıcı sonuçları gözler önüne seren feminist yazar Handan Koç’la kitabını, muhafazakârlığı, iktidar yanlısı kadınları ve kadın kurtuluş hareketi çerçevesinde feminizmi konuştuk.
‘Muhafazakârlığa Karşı Feminizm’ kitabınızı hangi ihtiyaçtan hareketle yazdınız, yazılma sürecinden bahseder misiniz?
Bu kitap parça parça yazılardan oluşuyor. Çoğunluğu AKP iktidarı döneminde yazılmış yazılar. Beni bu yazıları yazmak ve sonuçta bir kitap haline getirmek için tetikleyenin, AKP nin “muhafazakâr demokrasi” açılımı etrafında oluşan konsensüs olduğunu hep söyledim. Ama elbette esasen toplumda yüzyıllardır etkili olan bir ideolojiyi eleştirmek söz konusu, yani sorun sadece politik iktidar değil.
İktidar dışında başka hangi süreçleri kapsıyor?
Ben 70’li yılların sonunda Ankara’da okudum. İktidarda olan milliyetçi cephe bir terkipti. Adalet Partisi merkez sağ, MHP milliyetçi sağ ve İslamcı sağ, yani Milli Selamet Partisi güç birliği içindeydi. Bu üçlü koalisyonun uygulamalarının ve fikirlerinin toplum üstündeki gücünü ve devlet katındaki etkisini genç hayatımda deneyimledim. Politikaya da ilgim vardı. Dolayısıyla, sağ politik ideolojileri bu devamlılık içinde görüyor oldum hep. İslamcılık çok uzun süredir var olan bir eğilim bu ülkede.
AKP öncesi, 90’ların ikinci yarısında İslamcı kadınların kamuda sesleri yükselmişti. Birçok eylem yapıyor, görüş açıklıyorlardı. AKP döneminde seslerini çok fazla duymuyoruz. Bunun nedenini nasıl açıklarsınız?
İran devrimine kadar gideceğim izninle. Malum, Türkiye’de 12 Eylül sonrası sosyalist güçlerin ezilmesi İslamcı sağcılar için bir alan yarattı. İslami devrim yani İran’da Humeyni’nin iktidarı ele almasının Türkiye’yi etkilememesi mümkün mü? Mollalar rejimi, bütün dünyada ve Müslüman nüfusa sahip ülkelerde kadınlar üzerinde de büyük bir etki yarattı. Bu etkinin bir kısmı tepki olarak ortaya çıktı, Türkiye’de ‘ya İran gibi olursak’ korkusu oluştu. Bir grup insan da bu başarı ile coşkuya kapıldı. Ali Şeriatı gibi düşünürlerin oluşturduğu bir toplumsal devrim fikriyatından etkilenen kadınların bu bahsettiğin dalgada yer aldığını düşünebiliriz. Kadınların örtülü olarak üniversitede okuma mücadelesinin yanı sıra, kendilerini de bir değişimin öznesi olarak var etmeye çalıştılar. ‘Neden mücahit olunuyor da, mücahide olunmuyor’ diye bir tartışma başlattılar mesela. Böyle bir dönemde güçlenen kadınlar, kendi kuşaklarının politik dinamiğiyle geliştiler. Fakat bence dönüm noktası, iki şeyin üst üste çakışmasıyla oldu. Birincisi 12 Eylül sonrası Türkiye’de rejimin ekonomik ve politik olarak Turgut Özal’la birlikte değişiyor olması; ikincisi ise Türkiye’de ve dünyada kadın kurtuluş mücadelesinin, feminizmden etkilenerek geleneksel kadın rollerinden sıyrılarak, hayatlarını değiştirmeye çalıştıkları yıllar olması. Bu çakışmanın bir sürü yansımaları oldu Türkiye’de de. İslamcı kadınlar da, ‘cinsiyetçiliği nasıl yaşıyoruz’ diye tartışmaya başladılar. 2002’den önce kendilerini mağdur ve muhalif olarak konumlandıran bu kadınların kendi sınırları içinde hayatları değişti.
AKP’nin Refah Partisi’nden kopuşuyla nasıl bir tablo oluştu İslamcı kadınlar açısından?
O kopuş politikada aktif olan kadınları saflaşmalar şeklinde etkiledi. Sonuç olarak Erbakan’dan kopuluyor olması ve 28 Şubat’a muhalefet söz konusu idi. 1995 yılına kadar Refah Partisi İstanbul Kadın Komisyonu Başkanı olduğu seçim kazanılınca evine gönderilen Sibel Eraslan‘ın gelişimi ilginç bir örnek. Hiçbir zaman ait olduğu politik cephe aleyhine, kendisi tasfiye bile edilse, bir şey söylememiştir. Kadınların güçlenmesini çok önemseyen bir figür, ama onu tecavüzden hüküm giyen Hüseyin Üzmez’i can-ı gönülden destekleyen bir kalem olarak izledik maalesef. Başörtüsü ile yaşamayı, okumayı savunan kadınlar şüphesiz AKP ile güçlendiler ve ama çeşitlendiler de. Eski kuşak İslamcılar genç tesettürlü kadınları süslendikleri, makyaj yaptıkları için eleştiriyor oldular. Sonra Fethullahçılık içinde oluşan iki dilli kadınlar oldu. Kendi tabirleri ile “vitrin” olarak başka, içeride ablalar sistemi içinde başka türlü giyinen ve konuşan kadınlar. Öte yandan, Türkiye’yi daha demokratik bir ülke haline getirmeyi hedefleyen, cinsiyetçiliği eleştiren, oryantalizm, milliyetçilik, sömürgecilik, bağlamında feminizmi tartışan entelektüel Müslüman kadınlar var. Sonuçta kazananlar, 2002’den itibaren var olan liderliğe koşulsuz biat eden ve devlet içinde çok güçlendiği için onun kadroları haline gelen kadınlar oldu. Dördüncü ve yeni bir eğilim ise örtülü yaşadıktan sonra açılan kadınlar ki, yepyeni deneyimler aktarıyorlar.
Sibel Eraslan AKP öncesi kendisine ‘feminist İslamcı’ denmesine itiraz etmeyen kadınlardan biriydi. Sizce feminist İslamcı olur mu?
İslami önerileri cinsiyetçi olduğu oranda dönüştürmek gerektiğini savunan bir feminizm ekolü var. Burada içeriden yapılan bir eleştiri söz konusu. Bu eğilim laik, medeni yasalara sahip olmayan ülkelerde başka dinamiklerle gelişiyor oldu bence. Aynı zamanda modernizm eleştirisi başlığı altında akademik alanda ortaya çıkan bir eğilim. Türkiye’de bu alanda en önemli kitap Hidayet Şefkatli Tuksal’ın ‘Kadın Karşıtı Söylemin İslam Geleneğindeki İzdüşümleri’dir bence. Eraslan gibi parti siyaseti içindeki kadınlar, hiyerarşik önerilerin dışına çıkmadılar. İslam dininin kadınlara bakış açısının eşitlikçi bir anlayışla değişmesine, güçlenen AKP kadroları izin vermedi. Tam tersine geleneksel erkek egemenliğine güç veren, İslami yorumların güçlenmesinin önü açıldı. Ama İslamcı değil belki ama bugün Türkiye’de kendisini İslami ya da muhafazakâr feminist olarak gören pek çok genç kadın var. Ama etkililer mi? Onu göreceğiz. Kavramlar dâhil uzun uzun ele alınacak, tartışılacak bir konu bu diyeyim.
AKP’nin iktidara gelmesiyle kadın hareketinin kazanımları çakıştı. Kadınların birçok konudaki haklarının yasal zeminde yer bulması AKP’ye mal edildi. Oysa o haklar kadın hareketinin yıllarını aldı. Siz ne dersiniz bu konuda?
Bu yasalar çıkarken çok önemli iki durum vardı. Birincisi Avrupa Birliği uyum süreci, ikincisi de kendisini muhafazakâr demokrat olarak lanse etmiş bir partinin, ‘bakın biz şeriatı getirmeyeceğiz’ diye kendini ispat çabası. Avrupa Birliği uyum süreci ve AKP’nin düzen güçlerince desteklenmesinin bir araya geldiği bir dönemdi. Bu yasaların çıkma süreci Türkiye’de 1986’da yürürlüğe koyulan CEDAW, yani Ayrımcılığa Karşı Sözleşme’ye dayanıyor ve geride 20 yıllık, uluslararası bir mücadele söz konusu.
Kadınların kazanılmış hakları yasada olmasına rağmen fiilen uygulanmıyor. Kendileri de etkilenmelerine rağmen, iktidar içinde yer alan kadınların bu duruma yönelik en küçük bir eleştirisini duymuyoruz.
Büyük feminist tezlerden biri bence şudur: aslında hukuk sistemi kadınların çok uzağındadır, kadınların esas hayatını ev içlerinde yürürlükte olan bir sistem, yazılı olmayan yasalar, örf, adet, töre denilen erkek egemen uygulamalar belirler. Yasaların kadınların hayatında etkili olabilmesi için babadır, kocadır bizzat erkeklere karşı bir güç, adeta zorbalığa karşı fiziksel bir direnç sahibi olabilmek gerekiyor. Bu yüzden kadın dayanışması diyoruz, birlikte güçlü diyoruz. İslamcı-muhafazakâr-gericisağcı politik düşüncenin bütün varyasyonları geleneksel olarak ev içinde erkek aile reisine itaate dayalı bir hayat öneriyor. Mesela nikâh olmadan sevişmek ucunda ölüm olan, kabul edilemez bir şey. Bir öğreti bu, erkeklere hükmetmek, bize de suçluluk dikte ediliyor. Öte yandan düşünün ki, çoğunluğu yoksul olan genç erkek nüfus 25 yıldır istediği ya da istemediği bir savaşa gidiyor. Ölüyor, öldürüyor. İktidar kültürel olarak erkek egemenliğini kuvvetlendiriyor. AKP’nin İslam’ı yeniden düşünelim diyen kadınlara 2010’dan sonra ihtiyacı kalmadı. Sadece itaat ile ayakta durabilirler. O yüzden eleştiri üretmezler artık.
Çocuklara yönelik istismar, kadınlara yönelik şiddet oranları korkunç boyutlarda. Ensar Vakfı’nın istismar olayına, Aladağ Yurdu’ndaki kız çocuklarının yanarak ölmesine yönelik de iktidar tarafından bir tek kadın ses etmedi..
Türkiye’de; ‘ahlaksızlık Türkiye’ye batıdan geldi’ diye tekrarlanan İslamcı bir klişe vardır. Muhafazakâr düşünceye göre toplumda ahlaksızlığı yaratan şey ailenin bozulması, yani kadınların onların deyimi ile “dejenere” olması. Oysa kadın erkek aşkının eşit ve özgürce yaşanamıyor olmasını kabul etmeyen bir cinsel kültürdür çürümeyi yaratan şey. Şimdi böyle denildiği zaman, insanlar diyebilir ki, ‘çık sokağa şort giyen, mini etek giyen kızlar var.’ Ama semboller hiçbir şeydir, ne tesettür bir sembol olarak bir şey anlatır, ne de şort. Ama şu bir şeydir. Bir erkek denize girip saçlarını ıslatabiliyor ama bir kadın bunu yapamıyor. Kadın neden örtünüyor? Ana fikri, bir erkeğin onu görüp tahrik olmaması. Yani bir erkek neredeyse cinsel arzusu yokmuş gibi yaşamalı, yani yalan söylemek durumunda. Kadınlarsa sadece ev içinde cazibelerini eşlerine gösterecekler. Bu mümkün mü? Yine yalan devreye giriyor ister istemez. Kadınlar kendilerini tesettürle gizlediler diye daha ahlaklı bir toplum oluşmuyor. Tarikat ortamlarındaki istismar patlamaları bence bu yüzden oluyor. Aladağ Yurdu’ndaki olayla ilgili bir toplantıya gittim, bir sürü insan şikâyetçi olmuyor. Çünkü ‘kol kırılır, yen tarikatın içinde kalır’ durumu hakim o kesimde. İş, aş, eğitim bu sadakate bağlı. Nitekim Yurt Müdürü ceza almadı.
90’lı yılların sonunda türbanlı kadınların üniversitede okumalarıyla ilgili yaptıkları eylemlere feministlerin bir kısmı destek vermişti. Bu durum ‘türbana destek’ olarak değerlendirilmişti. Sizce doğru mu bu?
Feministlerin derdi şuydu. Bir kadın üniversiteye türbanlı olarak girmek istiyorsa girmeli ve okumalıdır. Kadınlar örtünmeli mi, örtünmemeli tartışmasından ayrı bir konu bu. Feministlerin sözleri eğilip bükülmeye çok uygun, çünkü homojen değildir, bu yer yer feminizmin gücüdür. Ben kendi düşüncelerimi aktarabilirim sadece: kadınların örtünmesine karşıyım, sebebim basit, erkekler kapanmıyor, kadınlar neden kapansın? Parasız, eşit, bilimsel, laik bir eğitimden yanayım. İnsan aklı başka türlü özgürleşemez. Bugün iktidar ‘biz üniversitelerde özgürlüğü getirdik’ diye propaganda yapıyor. Başörtüsü özgürlüğünü getirmiş olabilirler ama özgürlüğü getirmedikleri çok açık. 12 yaşından itibaren kız çocuklarını evlenebilecek ve dolayısıyla kapanması gereken bireyler olarak gören muteber ilmihaller, Diyanet yayınları, kitaplar ortada. Herkes açsın okusun. Bu bir doktrin savaşı. Bu fikirle uğraşmadan, yüzleşmeden özgürlük kazanılamaz diye düşünüyorum.
Handan Koç kimdir?
1961 Van doğumlu olan Handan Koç, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. 1984 yılından itibaren feminist hareketin aktif bir ismi olarak Kadın Çevresi, Feminist ve Pazartesi dergisi gibi feminist yayın ve kolektiflerinde yer aldı. Radikal ve BirGün gazetelerine yazılar yazan, 21. Yüzyıl Feminizmi’ne Doğru ve Gezi Direnişi Üzerine Düşünceler kitaplarında da yazıları bulunan Koç’un Post Express, Mesele ve İktisat gibi dergilerde çeşitli yazı ve röportajları yayınlandı.