M.Ender Öndeş
İstasyona Kürtler gelirdi o zamanlar; en çok da yazın gelirlerdi, çocuktum ben, ergendim daha doğrusu. Kokarlardı. Çok kokarlardı. Hava sıcak olurdu, haftalar süren uzun yollardan, yük vagonlarından gelirlerdi. Denkler, yorganlar, kilimler, ortalıkta koşuşturan dilden anlamaz ama durdan da anlamaz çocuklar. İstasyonun yanında, şimdi kafelerin olduğu alana yayılırlardı günlerce.
Kokarlardı. Çok kokarlardı.
Biz öyle değildik. Mümkün mü Eminanım varken kirli gezmek! Yama nedir bilirdik ama kir bilmezdik. Makinist karısı o, haftada bir bahçeye kazanlar kurup çılgınlar gibi çamaşır yıkamazsa yapamazdı. Yapamazdı, çünkü demiryollarının kokusu başka türlü çıkmazdı evden. Kaç yaşında olursa ol, banyonun günleri vardı evde, herkesin keyfine göre yakılmazdı termosifon denilen ‘moderen’ alet. Zengin miydik? Hayır, bildiğin demiryolu makinisti işte, bildiğin işçi. Ama yerleşiktik.
Yerleşik! Sihirli kelime buydu işte! Yerleşik!
Yerimiz, evimiz vardı, kapımız penceremiz, avlumuz bacamız vardı. Çufçuf lokomotiflerde ömür tüketerek alınmıştı o ev ama olsun, her köşesi bize aitti, güvendeydik.
Yıllar sonra, kendimi o istasyonda ve istasyonlarda aynı insanların içinde buldum ama. Yıllar sonra, bir gece yarısı yüzleri poşulu, elleri sopalı tarım işçilerini ova yollarına inerken gördüm; grev günleriydi. Zor oldu, evet. Arkadaşlarımın tuğla fabrikalarında en düşük ücretlere razı olarak direnişe köstek olan Kürtlerden yakındığını çok bilirim.
Zor oldu ama oldu. Kafamız doğru çalışıyordu çünkü. Onların kim olduklarını, neden buraya gelmek zorunda kaldıklarını, neden en zor işlere razı olduklarını anlayabiliyorduk, anlamaya çalışıyorduk.
Hâlâ kokuyorlardı belki ama biz artık o kokuyu duymuyorduk. Çünkü biz, Kışlık Saray’ın kapısındaki o işçinin kaba ama yalın hissiyatına sahiptik: İki sınıf var, biz ve onlar! Kabaydı ama insanı doğruda tutan bir şeydi bu, iyiydi.
Aynı şey değil biliyorum. Köprülerin altından akan suların farkındayım. Ne zaman aynı ne de mekân. Artık her şey çok karmakarışık ve ayrıca bir iç-sömürge göçü ile dıştan gelen bu ölçüde büyük göç dalgalarını kıyaslamak doğru değil. Ama koku değişmez hiç. Haftalarca yol almış insanların kokusu hiç değişmez, onu biliyorum.
Ve sorunumuz da değişmiyor, değişmez: Biz ‘yerleşikler’ olarak, ne yapacağız?
Bir programdan, bir plan ve stratejiden söz etmiyorum; o kadarına aklım yetmiyor. Benim sözünü ettiğim şey, ‘Nasıl davranacağız?’ sorusuyla ilgili. Daha spesifik olarak da bizim, yani kendine solcu, demokrat, vb. her neyse onu diyenlerin nasıl davranacağı üzerine bir soru bu. Mültecilerin artışından kaygı duyan sokaktaki insanların tümünün faşist olduğunu düşünmüyorum, ekmekleri küçülüyor ve saracak yer arıyorlar. Bunu değiştirmek öyle çok kolay iş değil.
Ama biz nasıl davranacağız? Üç metre batıda olanın üç metre doğusunda kalmış olana laiklik, çağdaşlık vb. adına çemkirmesini solculuk saymaya devam edecek miyiz? Antep’teki IŞİD derneklerini görmeyip atölyelerde karın tokluğuna çalıştırılan insanlara mı yöneleceğiz? Efrîn’deki zeytin hırsızlarını görmeyip Bağcılar’da pazar artıklarını toplayanları mı düşman ilan edeceğiz? İnsanların evini yuvasını dağıtan savaş baronlarını değil de evi yuvası dağılmışları mı hedef tahtasına koyacağız? Asıl sorun bu.
Kokuya gelince. Evet, kokuyorlar, doğru. Ama dünyadaki en kötü koku kan kokusudur. Ve o koku, kulübelerden değil, saraylardan geliyor.