Hatırlarsanız şayet, Erdoğan bir programda fikri iktidar olamadıklarını itiraf etmişti. Bunun için ilk olarak Diyanet’in bütçesi katlanıp her türlü imkân seferber edilmiş ve Diyanet İşleri Başkanı’na adeta Şeyhülislam rolü biçilmişti.
Dikkat ederseniz o günden sonra Diyanet İşleri Başkanı neredeyse her resmi ortamda Erdoğan’ın yanında yer aldı. Böylelikle dinci ve kinci bir gençlik felsefesiyle fikri iktidar olabilmenin yolu döşenmeye başlandı.
Kişi dinci ve kinci olunca dogmatik düşünce kalıpları hâkim olduğundan sorgulama yetisini kaybeder ve her şart ve koşulda iktidarın payandası haline gelir. Seçimlerde anlaşılması güç gelen “nasıl oluyor da hala bu kadar oy alıyorlar?” sorusunun bir cevabı da budur. Kinci ve dinci politikalarla kandırılan ve inandırılan kişi Tanrı’ya inanır gibi iktidara inanır. Eminönü’nde sokak röportajında konuşan bir kadının “Bizim peygamberimiz Tayyip Erdoğan’dır. Tapıyoruz biz ona” demesindeki sır da budur. Bu düşünce kalıpları 7 Haziran’dan sonra adım adım inşa edildi.
Devlet, 7 Haziran 2015 seçimlerinde Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) çok ciddi dindar Kürt oyunun aktığını gördü. Bu durum devleti ve iktidardaki AKP’yi ciddi anlamda zorladı. Zira devlet yüzyıllık politikasını tamamen Kürt düşmanlığı üzerinden yürütüyor ve bu temelde dini de Kürt’e karşı bir aparat olarak kullanmaktan çekinmiyor ve Kürtler adına mücadele yürüten her kişi ve örgüte bu temelde ilk olarak dinsiz yaftası yapıştırılıyordu. Ateist, komünist, materyalist gibi batılı kavramlarla yapılan tanımlamalar bu politikaya dayanmaktadır.
Sayın Öcalan’ın “Çözüm Süreci”nde ortaya koyduğu Demokratik İslam felsefesi ile yüz yıllık devlet politikası çatlayınca HDP’ye akan dindar Kürt oyların AKP’ye ya da sistem içi bir partiye geri döndürülmesi için yoğun bir çalışma başlatıldı. Hüda-Par gibi tetikçi özelliği bulunan ve domuz bağlarıyla masum insanları katleden bir oluşumun yeniden dondurucudan çıkarılarak piyasaya sürülmesinin bir nedeni de budur. “Kafir Kürt HDP’ye karşı Allah’ın partisi Hizbullah(!)”
HDP’ye dönük sistematik bir biçimde yürütülen inkâr, yalan, iftira, fitne fesat, katliamlara çağrının nedeni de budur. Erdoğan’ın 7 Haziran’dan sonra bulduğu her fırsatta HDP’yi kastederek “Bunlar camilerimizi yakmadılar mı, bunlar camilerimizi yıkmadılar mı? Bunlar ateist, bunlar Zerdüşt, bunlardan bir şey olmaz. Bunlar bizim değerlerimizle hareket etmiyorlar. Vatanımızı parçalayamayacaksınız. Devletimizi yıkamayacaksınız. Ezanlarımızı susturamayacaksınız” sözlerini de AKP’nin değil devletin yüzyıllık Kürt’e düşman bir devlet politikasının cisim bulmuş hali olarak görmek gerekir.
Diyanet’in sergilediği Kürt karşıtı politikayı sadece iktidarda olan AKP-MHP ittifakının eseri olarak görmek gerçeği kavramamak anlamına gelir. Böyle bakılmadığında resmî ideoloji bilince çıkarılmamış, tarihsel olay ve olgular derinlikli kavranamamış olur.
Diyanet İşleri Başkanlığı, HDP’li siyasetçilerin yargılandığı Kobanê Davası’na HDP’lilerin “dini değerleri temelden sarstığı” gerekçesi ile davaya katılma ve “Cumhuriyet Savcısının mütalaasındaki değerlendirmelere katılıyoruz. Sanıkların mütalaada yer alan hükümler uyarınca cezalandırılması” talebini bu temelde değerlendirmek gerekir. Yani Diyanet bu talebi ile şunu söylemeye çalışıyor: “HDP din düşmanı bir partidir. Kobanê olaylarında camilerimizi yakıp yıktı. Bunlara verilecek ceza da dinen caizdir.”
Diyanet yalnız başına bir inanç kurumu değil; başta Kürtler olmak üzere tüm ezilen ve yok sayılanlara karşı siyaset belirleyen en önemli ideolojik aygıttır.
Diyanet’in “HDP fetvası” Osmanlı’daki Şeyhülislam vari fetvalara ne kadar da benzemektedir. Şeyhülislamlar Osmanlı Devleti’nde siyasi gelişmelere fiili olarak katılır ve verdikleri fetvalar ile siyasetin yanı sıra sosyal ve kültürel gelişmelerde de etkili olurlardı. Günümüzde bu rol Diyanet’e verilmektedir. Devlet yargıda istediği kararın çıkması için Diyanet’i bir baskı unsuru olarak kullanmakta ve her türlü dini değerler devletin politikalarını meşrulaştırmak için kullanışlı bir aparat haline gelmektedir.
3 Mart 1924 tarihinde “Şeriye Vekaleti”nin kaldırılmasının üzerinden 24 saat geçmeden Başbakanlığa bağlı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı kurulduğundan bu yana tartışmalar eksik olmuyor.
Cumhuriyet tarihi boyunca, meşruiyeti, statüsü, yetkileri, sorumlulukları ve faaliyetleri en çok tartışılan kurumlar listesinin ilk sıralarında Diyanet İşleri Başkanlığı yer almaktadır. Anlaşılan o ki bu tartışmalar önümüzdeki yıllarda da gündemde kalmaya devam edecek.
Diyanet üzerindeki bu tartışma yoğunluğunun sebepleri çok gizli ve anlaşılmaz değildir. Diyanet yüz yıldır sistem karşıtı güçlere öncülük edenlere karşı aktif bir şekilde kullanılan bir kurum oldu. Sisteme ne lazımsa şipşak onu yaptı.
Son tahlilde Diyanet İşleri Başkanı bir devlet memurudur ve memuru olduğu devletin hizmetindedir. Doğal olarak kendi başına bir şeye tevessül etmesi beklenemez. Saraydakiler ne buyuruyorsa onu söylemek ve yapmak zorundadır. Diyanet kendi başına bağımsız bir kurum değil. Diyanet İşleri’nin bağımsız sayılmasının vazgeçilmez koşulu, her ne surette olursa olsun, siyaset alanına karışmamasıdır. Mevcut koşullarda bu da mümkün görünmemektedir.
Diyanet siyaset alanına karıştığında, siyaset alanına da Diyanet’e karışma alanı açmış olur. “Ben önüme geleni dinsizlikle suçlarım ve hiç kimse kılını kıpırdatamaz” anlayışı gerçekle bağdaşmaz. Her türlü yalan, iftira ve karalamaya karşı kendini savunma hakkının da kutsal olduğu unutulmamalı.
Bir yandan baskı, işkence, tutuklama gibi zor aygıtları, diğer yandan ise dinci propagandalarla ideolojik eksenli uygulamalar birlikte yürütülerek toplum etkilendi.
Mevcut haliyle Türkiye’de daha inceltilmiş Taliban, DAİŞ dönemi yaşanmaktadır. Önümüzdeki günlerde Diyanet eliyle HDP’ye karşı geliştirilen bu fetvanın tüm muhalefeti kuşatması kimseyi şaşırtmamalıdır. Bu kuşatmanın en çok da HDP’ye vurulduğunda susanları sarması kuvvetle muhtemeldir. Bu yüzden HDP’ye kayyum atanırken susanlar bu fetvalara karşı ses yükseltmek zorundalar. Aksi halde sustukça sıra onlara gelecektir.