Marx dinin, kalpsiz dünyanın kalbi olduğunu, günlük gerçekliğin belirsizliğinden, acımasızlığından kaçıp sığınılan bir liman olduğunu belirterek insanlar için hangi yönden önemli görüldüğünü ortaya koyar. Marx’a göre din halkın afyonudur
Sebatullah Tekin
Hepimiz etrafımızda yeni dinsel duyarlılık ve manevi girişim biçimlerinin yaratıldığına tanık olmaktayız. Bunun bir nedeni, toplumsal ve fiziksel evrenin giderek belirli bilgi ve kontrol biçimlerine tabi olmasının aksine nispeten güvenli alanların radikal şüpheyle ve dehşet verici risk senaryolarıyla iç içe geçtiği bir sistem yaratmasıdır.[1] Geleceğin gittikçe belirsiz olmaya başlaması, çevresel ve toplumsal risk ve tehlikelerin yoğunlaşması, yoksulluk, iktidar zihniyeti, kapitalizmin yıkıcılığı ve insanlar arasındaki ilişkilerin yozlaşması, istikrarsızlık ve tüm bunlara eşlik eden geleceğe dair korku ve endişe gibi gelişmeler de dine dönüşü ve dinsel radikalizmi tetikler. Demokrasinin çöktüğü, kurumlara olanın inancın zayıfladığı bu kaotik durum dini inanış veya doğmaları daha merkezi bir konuma taşır ve böylece daha radikal bir dini veche kabul görmeye başlar. Diğer bir ifadeyle günümüz küresel dünyasında meydana gelen gelişmelerin yanında dinin içsel dinamizminden dolayı da din, radikalleşmiş ve bir mücadele aracı olarak sahnededir.
Kuşkusuz dinler, insanları birleştirebilir ve hızla değişen dünyada onlar için bir güç kaynağı olabilir. Ama dinler “biz ve onlar” ayırımını da yaratıyor. Din, sınırların içinde barış ve birliktelik yaratabildiği gibi, sınır ötesi anlaşmazlıklar ve savaşlara esin kaynağı da olabilir.[2] Üç büyük dinin çeşitli söylemlerinde veya ayetlerinde barışı öven veya şiddeti meşrulaştıran ifadeler bulmak mümkündür.
Örneğin İncil’de; “Yeryüzüne selamet getirmeye geldim sanmayın; ben selamet değil, fakat kılıç getirmeye geldim… çünkü ben adamla karısının, kızla anasının ve gelinle kaynanasının arasına ayrılık koymaya geldim…” (Matta, Bab 10: 34-35). “…kılıcı olmayan abasını satıp kılıç alsın…” (Luka, Bab 22: 36). Tevrat’ta ise; “…ve onların her şeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme; ve erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür” (I. Samuel, Bab 15: 3).
Kur’an’da; “onları nerede yakalarsanız öldürün, onların sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın…” (Bakara, 191). “Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” (Enfal, 39). Bu tür ifadeler dinci radikal grupların temel argümanları olmakta ve yaptıkları eylemleri bu tür ayet ve ifadeleri göstererek meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.
Dolayısıyla gerek dinci grupların ve gerekse devletlerin dine yönelik yaklaşımları ideolojiden bağımsız değildir. Çünkü gerek din adına hareket ettiğini söyleyen gruplar ve gerekse devletler kendilerine uyan dinsel argümanları amaçlarına ulaşmada araç olarak kullanarak dini politik bir söyleme dönüştürüyorlar. Dinin politikleştirilmesi dinsel bir içerik olmayan ideolojik bir yaklaşımdır. Bununla beraber din, güçlü bir ideolojik öğeye sahiptir, dini değerler ve inanışlar, servet ve güç dağılımındaki eşitsizlikleri makul göstermeye yaramaktadır, örneğin “yumuşak başlı kişilerin dünyanın varisi olacağı” yolundaki inanış, azla yetinmeyi ve baskıya boyun eğmeyi önermektedir.[3] Diğer yandan da kökten dinci cemaatlerin kimi teorisyenleri veya öncüleri, çeşitli ayetlere gönderme yaparak militanlarının nasıl şehit olacaklarının veya savaşacaklarının içsel motivasyonunu sağlayabiliyorlar. Böylece bunlara göre nerede olursa olsun, gayrimüslimlere karşı cihat ve savaş farzdır. Özellikle de politik İslam’ın gücünün artışıyla toplumdaki dinsel görünümleri diriltme baskısı da yoğunlaşıyor. Bu motivasyon ve amaçla her türlü şiddet ve terör eylemi destekleniyor.
Dinler her zaman belli iktidarların denetimi altındadır ve onların belirlediği siyasal, sosyal ve ekonomik sınırlar içerisinde veya etrafında konumlanırlar. Dolayısıyla yeri geldiğinde devletler rahatlıkla dini kendi politikaları için kullanabiliyor. Devlete yakın olmak veya devletin siyasal gücünden faydalanmak farklı dini kurum veya cemaatler için temel bir gayedir. Böylece din, devletlerin sancılı zamanlarda başvurdukları önemli bir araç görevi görmektedir. Kiliseler, camiler devlet ideolojisinin dışında değildir. Örneğin Türkiye’de de din sürekli gündemdedir. Diyanet işleri başkanlığı devlete bağlıdır. Hutbeler devlet ideolojisine uygun olarak hazırlanır ve aynı metni Diyanet işleri tüm camilere gönderir. Din her zaman devletin tekelinde olmuştur. Çeşitli dinci gruplar veya cemaatler politikayla iç içe olmuşlardır. Kendilerini temsil eden partiler ortaya çıktığında veya iktidar olduklarında (Erbakan hükümeti ya da Refah partisi ve şu an AKP) cemaat yapılanması, dine yapılan vurgu ve dinsel faaliyetler daha görünür hale gelmektedir. Bir nevi örtük bir cihat söz konusu olmaktadır.
Dinin diğer önemli bir özelliği de çok köklü olması ve cennet-cehennem, sevap-günah gibi söylemlerle insanları etkiliyor olmasıdır. Ölümün verdiği sonun ahiret dünyasıyla yeniden canlanması argümanı ve bu yeniden canlanmanın sevap ve günahlara göre cennet ve cehennem gibi mekanlarda sürdürüleceği görüşü dinin insan üzerinde etkinliğini arttırır ve dinin hep canlı kalmasını sağlar. Bu söylem ve argümanlar dinin önemini arttırırken terör ve şiddet eylemlerine başvuran örgütler de eylemlerine meşruluk ve katılım sağlamak amacıyla bu argümanları kullanabilmektedirler. Toplumsal bunalım dönemlerinde dinsel ve politik olarak radikalizme bağlı şiddet ve terör eylemleri de artmaktadır.
Şiddet, terör ve ötekileştirme gibi eylemler bireyin değil, bir cemaatin, kitlenin organize edebildiği ve üyelerini harekete geçirebildiği eylemlerdir. O yüzden özellikle kitlenin ruh halini ortaya koymak önemlidir. Dini cemaat ve grupları da bu kitlenin ruh hali ve yaklaşımı üzerinden okumak gerekir. IŞİD, El Kaide gibi örgütler ve Türkiye’deki FETÖ, İsmailağa, Menzil vb tüm cemaat yapılanmasını bu kitle üzerinden okumak faaliyetlerinin anlaşılması açısından önemlidir.
Gustave Le Bon “Kitlelerin Psikolojisi” [4] kitabının ön sözünde “kitlelerin şuursuz hareketlerinin, fertlerin şuurlu faaliyetleri yerine geçmesi çağımızın başlıca vasıflarındandır” der. Gustave Le Bon, bir kitleye bağlı bulunan bireyin durumunu uyutulan birinin durumuna benzetir. Ona göre uyutulan bu kişide yapılacak bir telkinin etkisi o kimseyi karşı konulamaz derecedeki işlere sürükleyebilir. Çünkü bu kişinin hareketleri artık bilinçli değildir. Kişi yalnız bulunduğu bir zaman diliminde terbiyeli, aydın bir kimse iken, kitle halinde ise içgüdüleriyle hareket eden bir yaratık, bir vahşi gibi hareket etmeye başlar. Kitleyle uyumlulaşan ve bir aidiyeti oluşan kişi her türlü şiddete, ilkel davranışa ve merhametsizliğe sahiptir. Akli etkilerin yardımından mahrum olan kitleler, fazla bir safdillik ve her şeye kolay inanırlık gösterir. Onlar için olmayacak hiçbir şey yoktur. Bu sorgusuzluk, mutlak itaat bir dini duygudur ve bu dini duygu bağnazlığı, dogmatizmi daha bir üst boyuta taşır. Emirlere itaat etmeyi ve bunları etrafa yaymayı bir görev olarak görür.
Gustave Le Bon, insan, yalnız bir ilaha inandığından dolayı dindar değildir, ruhunun bütün güçlerini, iradesinin bütün itaatlerini, tutuculuğunun ateşlerini, bir davanın yahut duygu ve fiillerine rehber olmuş bir kimsenin hizmetine vakfettiği vakit, dindar olduğunu belirtir. Dolayısıyla din dışındaki konularda da göstermiş olduğu bağnaz tutum ve itaatkarlık, tapınma ve eylemlerini, duygularını belli bir ideoloji doğrultusunda kanalize etmesi de bir nevi dindir. Saf bir dinsel eylem veya tutum yoktur. Milliyetçilik, ırkçılık, siyasi tutum veya iktidarın siyasal anlayışıyla harmanlanan bir dini tutum vardır. Vatan uğruna ölmek, bayrağı yüceltmek, “vatan, millet, Sakarya” söylemi dinsel bir tutuma tekabül eder. Bu dinsel tutum aynı şekilde milliyetçilik, ırkçılık, kısacası “vatan, millet, Sakarya” söylemi üzerinden şekillenmektedir. Bayrak, vatan ve bunlar üzerinden yansıyan ırkçı hezeyanlar dinin tutum alışını etkiler ve kitleleri bu doğrultuda kanalize etmeyi başarır.
Dolayısıyla Gustave Le Bon’un ifade ettiği gibi kitlelerin kanaatleri, körü körüne itaat, korkunç hoşgörmezlik, dini duygulara bağlı şiddetli propaganda ihtiyacını taşır. Dini ve politik inançları ortaya koyanlar, insana mutluluğunu ancak tapmakta bulduran ve taptığı için onu canını fedaya yönelten bu dini tutuculuğun duygularını aşılayarak bu dogmatik inançları da topluma yayarlar. Türkiye’de bu iç içe geçiş bariz bir şekilde ortaya çıkıyor. Kendilerini “Türk İslam birliği” üzerinden tanımlayanlar veya her siyasal eylem olduğunda milliyetçiliği ve aynı zamanda dini söylem ve sloganları dillendirenler dinin ve siyasal ilişkilerin ayrı ele alınamayacağını bu kitle nazarında kendini gösteriyor. Özellikle AKP ile birlikte bu tablo çok daha görünür oldu. AKP yukarıda ifade edilen “dini afyon” üzerinden kitleleri daha çok mobilize etmektedir. Siyasi otoritenin dediğine itaat eden, aklı işlevsiz bırakan bu kitle, dinci ama aynı zamanda ırkçı ve milliyetçi bir duyguyla hareket etmeye meyillidir.
“Kitle, çobanından vazgeçmeyen bir sürüdür.”
Böylece bu kitlenin ruhuna daima hakim olan özgürlük gereksinimi değil, esirlik gerekliliğidir. Duyguları akıllarından daha önceliklidir. Hiçbir zaman akıl ve yargılamalarına başvurmazlar. Diğer bir ifadeyle akli mantık kanunlarının onlar üzerinde hiçbir fiili etkisi yoktur. Akıl işlevsiz kılınmıştır denebilir.
Özellikle siyasi iktidarlar (günümüzde AKP) seçimlerde iddialarda bulunarak, -bu iddiaların gerçeklikle hiçbir alakası olmayabilir- bu iddiaları sürekli tekrar ederek ve bunların topluma yayılmasını sağlayarak söylemlerin ve bu iddiaların kitlelerin aklında ve duygularında kalıcılaşmasını sağlarlar. Böylece iddia edilen şeyler her gün yapılan toplantılar, mitingler, televizyon programları aracılığıyla yalnızca bir iddiadan ibaret olan söylemlerin sürekli tekrar edilmesiyle kitlelerin bilinç altına kazınır ve büyük bir etki yaratarak bu iddialar kabul görmeye başlar. Bunun için aklın işlevine değil duygulara ihtiyaç vardır. Sonunda kitle bu gerçekdışılığa inanarak kabul eder ve bunun karşısında duranları da hain, düşman veya sapkın olarak ilan eder. Dogmatizmi artık iliklerine kadar hisseden ve bu minvalde hareket eden kişiler veya kitleler delil ve kanıtlarla değil, modellerle ve bu modellerin belirlemiş olduğu siyasi, ideolojik argümanlarla hareket eder. Böylece bu kitle iktidarın belirlemiş olduğu siyasi sınırlar içinde hareket etmeye yatkın durur.
Günümüzde televizyon ekranlarına çıkıp mütevaziliği, azla yetinmeyi ve isyan etmemeyi öğütleyenlerin her yaptığı program başına nasıl büyük paralar elde ettiğinin ve bunların halkı iktidara biat etmek için nasıl propaganda yaptıklarının sorgulanmaması bu kitle tarafından aklın ve bilmenin reddini nasıl onayladıklarını da gösterir. Kendi yaptıkları veya yapılmasına müsaade ettikleri bu “parti devleti”ne karşı sorgulama askıya alınmış ve gerçeğe karşı kolektif bir inkâr devreye girmiştir.
Siyasi arenada rakibinin rezil bir kimse olduğunu, beceriksiz, ayrımcılık yapan ve istikrarsızlığın sebebi olan biri olduğunu, kendisi olmazsa her şeyin daha da kötüye gideceğini iddia ederek bu iddiasını da düzenli olarak tekrar eden Erdoğan, böylece hitap ettiği kitleyi kendi dogmatik ideolojisinin çemberine çeker. Burada yalnızca Erdoğan’ın kişisel yaklaşımı değil bu tabloyu oluşturan, kitlenin itaatkarlığı ve dini tutuculuğu en az onun kadar önemlidir. Dolayısıyla bu söylemler onun hitap ettiği kitle nezdinde karşılık bulur ve büyük bir itaat ortaya çıkar. Yaşanan deprem felaketi dolayısıyla bu kitle tarafından siyasal iktidara, Erdoğan’a ciddi bir eleştiri yapılmamıştır. İktidara olan itaat iktidarın yaptığı her eylem ve söylemine sahip çıkmayı bunlar nazarında gerekli kılıyor. O yüzden kitlenin ruhi adanmışlığı toplumsal ve siyasal olarak gelişmenin ve değişimlerin önüne da set çekmektedir. Bu adanmışlık nedeniyle de toplumsal ve siyasal geçişler ve değişimler de daha sancılı olmaktadır. Gustave Le Bon’un ifade ettiği gibi “kitle, çobanından vazgeçmeyen bir sürüdür.”
Notlar:
- Giddens, Anthony (2010), Modernite ve Bireysel Kimlik, Say Yayınları, İstanbul, s.259
- Karlsson, İngmar (2005), Din, Terör ve Hoşgörü, Homer Kitabevi, 1.Basım, İstanbul, s.11
- Giddens, Anthony (2008), Sosyoloji, Kırmızı Yayınları, s.584
- Le Bon, Gustave (1997), Kitleler Psikolojisi, Hayat Yayınları,1.Basım, İstanbul