Kimi eserler insanı anlamamızda vazgeçilemez birer başucu kitaplardır. Düşünce zenginliğini edebi olanla harmanlayarak hemen her dönemde hayatı ve insanı çözümlememizde başvurulacak adresler niteliğindedir. Elias Canetti’nin ‘Kitle ve İktidar’ adlı eseri birçoğumuz için bu nitelikte bir kitap. Canetti, bu kitabında İnsanın hayat içindeki duruşunu şöyle dile getirir:
“Ayakta dik durabilmesiyle övünen insan, yerinden ayrılmadan oturabilir, uzanabilir, çömelebilir ve diz çökebilir. Bütün bu duruşların ve özellikle de bir duruştan diğerine geçişin özel anlamları vardır. Bu duruşlar günlük hayatımızda çok etkili ve anlamlıdır. Mevki ve iktidar geleneksel olarak belirli duruşlarla bağlantılanır… Bir de düşmek var. Düşmek hareketi kadar insanı daha fazla etkileyen başka hiçbir hareket yoktur; düşmeyle karşılaştırıldığında diğer bütün hareketler önemsiz ve ikincil görünür. Çok erken çağlardan itibaren düşmek insanın en çok korktuğu şeydir.”
Daha 1930’larda yazdığı bu durumlar tarihin belleğinde hala tazeliğini koruyor. Şöyle dönüp baktığımızda son zamanlarda içinde kelli felli kimi sanatçıların da yer aldığı duruşunu koruyamayan, omurgasız insanların iktidar karşısında tek tek düşüşlerini gördükçe Canetti’nin tespitleri bir kez daha doğrulanıyor.
Canetti; üzerinde 30 yıl çalıştığı bu kitabında “Kitle ve İktidar”ın birbirlerini nasıl etkileyip çoğalttığını, insanlar arasında “emir verme”nin emredilende özgür bir kişilik edinmesini önleyen bir sızı bıraktığını, bu sızının sürekli emredilenlerde katmerleşerek, itaati içselleştirdiğini gösteriyor.
***
Hayatın hemen her alanında kişi kendini nasıl bir duruşa ikame etmişse davranışı da ona göre şekil alır. Kendi inisiyatifi dışında sistemin çarkına bırakmışsa eyvahtır.
Böylesi insanlar aynı tornadan çıkmış, aynı kalıpta şekillenmiş gibidir. Söylemler aynı, replikler ve tepkiler aynı. Aynı mantalitenin ezberleriyle yorumlanır her şey. Tektip at gözlükleriyle bakılır, aynı frekansla konuşulur. Volüm yüksektir.
İnsana dair anlam ve işlevin kavranmadığı bir ortamda yaşıyor olmak kişiyi her gün daha da ezip silikleştirir.
Sistemin tektipleştirilmesi oluşan böylesi bir yabancılaşma kişiyi düşünmeyen, duymayan ve itiraz etmeyen sadece buyruğu uygulayan bir robota dönüştürür. Tek işlev biat etmektir.
Dünya tarihi mazlumun zalimlerle olan mücadelesi süresince korkuya esir olmuş mazlumken zalimin saltanatına harç taşıyanlarla doludur.
Korkularının esiri haline gelerek, mensubu oldukları kültüre ihanet eden, böylece insan imgesine uygun olmayan bir çizginin yapısına harç oldular.
Zorbayı rableştiren, güce tapınan biat kültürü de bu gelenekten beslendi.
Saltanatların devamı, topluma aşılanan önce biat sonra itaat kültürünün devamıyla doğru orantılıdır.
Otorite, etki altına almak, yönlendirmek, istediği gibi şekillendirmek konusunda elindeki tüm imkanları devreye sokar. Bu sayede kurulur hegemonya. Bir tür rızaya dayalı bir ilişkidir bu.
Böyle bir konumda olan biri yaşamının daha yaşanır olabilmesi için inisiyatif sahibi olamaz, örgütlenme ihtiyacı duymaz, mücadele etmeyi gereksiz görür hep, üstelik mücadele edenlerin de karşısında yer alır. “Köleler özgürlük isteyenlerden nefret ederler” der Ulrike Meinhof.
***
Eğitimde, ailede, yaşamın her alanında yıllar boyu otoritenin yüceltilmesi ve kutsallaştırılması kültürüyle beslendi insanlar. Irk, cinsiyet, sınıf, dil, din bağlamlarında ayırımcılık kültürü sunuldu topluma.
Ne diyordu Nazım Usta:
“…İnsanlarım, ah, benim insanlarım,/ yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı,/ söz yalan söylüyorsa,/ ses yalan söylüyorsa, / elleriniz balçık gibi itaatli/ elleriniz karanlık gibi kör,/ elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,/ elleriniz isyan etmesin diyedir./ Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız/ bu ölümlü, bu yaşanası dünyada/ bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.”