Türkiye’de kurulan ilk bankalar, devlete aitti ve mevduatları devlet bütçesinden aktarılırdı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kimi özel bankalar kurulmaya başlandı. Sektörün özel kuruluşlara açılmasıyla da bankaların halktan mevduat toplama rekabeti başladı. Benim hatırladığım dönem olan 1960’lı 1970’li yıllarda bankalar bırakın vadelileri, vadesiz hesaplara bile faiz verirdi. Dahası insanların yastık altı birikimlerini bankalara getirmesi için başta yılbaşı olmak üzere her fırsatta minik hediyeler dağıtılırdı.
Hem ablamın hem de eniştemin bir bankada çalışması yüzünden evimizde saatli maarif takviminden ziyade söz konusu bankanın mudilerine dağıttığı takvimler asılı olurdu. Yine o bankanın kumbarasına harçlıklarımdan artırıp para attığımı da hatırlıyorum. Mudilerine takvim dağıtma yönteminin işe yaradığını fark eden İş Bankası’nın 1973 yılında, Türkiye Cumhuriyet’in 50. yılı vesilesiyle bastırdığı şahane kitaplardan kimileri halen kütüphanemde bulunuyor.
İş Bankası, kitap yayınlama işini zaman zaman sürdürse de, bu sektörü esas ciddiye alan banka, 1944 yılında bina yapanlara kredi sağlamak üzere kurulan ülkenin ilk özel bankası Yapı Kredi Bankası oldu. Nitekim Turhan Ilgaz’ın yönetiminde 1992 yılında kurulan yayınevi, yayınladığı sol, demokrat içerikli kitaplarla kitap sektörüne tabiri caizse buldozer gibi girdi. Yapı Kredi Yayınları’nın başarısına göre İş Bankası, mevcut yayınevinin başına yayınevini kâr etmesi gereken bir şirket olarak gören bir yöneticisini getirdi ve atağa geçti.
Yapı Kredi Yayınları ile İş Bankası Yayınları’nın amansız rekabetinde geldiğimiz nokta geçen yıl sonu itibariyle şöyledir: İş Bankası Yayınları, geçen yıl, 353’ü ilk baskı, 1898’i tekrar baskı olmak üzere 17 milyon 652 bin 570 kitap bastı ve yayınevi geçen yıl 19 milyon 50 bin adet kitap sattı. Yapı Kredi Yayınları ise geçen yıl, 204’ü ilk baskı, 1008’i tekrar baskı olmak üzere 7 milyona yakın kitap bastığını açıkladı.
Bu rakamlara Can Yayınları gibi birkaç büyükçe yayınevlerini de katarsak, onlar yılda 30 milyon kitap satarken; geri kalan birkaç bin küçük yayınevinin neden bu kadar az kitap satabildiği üzerine düşünmekte yarar var. YKY ve İş Bankası Yayınları’nın övünerek verdiği söz konusu satış rakamlarına baktığımızda pandemi yüzünden kapalı kalan kitabevleri ya da iyice kötüleşen ekonomi yüzünden insanlar kitap alamıyor ya da almıyor diye bir şey yok yani.
Yayın sektöründeki birkaç büyük yayınevinin nasıl bu hale geldiğine dair şunları söyleyebilirim: Finans-kredi sorunları yok. Bu yüzden, kâğıdı en uygun fiyata zamanında alabiliyorlar. Bol miktarda kendi satış noktaları var. Dahası kendilerinden kitap satın alan kitabevlerinden para tahsili konusunda sorunları yok. Ödeme yapmayan kitabevine kitap vermeme gibi bir lüksleri var. Pazar payları sayesinde yazar ve çevirmenlere en düşük telif ödeme konusunda açık ara öndeler ama yine de yayınlamak için yazar ve kitap arama sorunları yok; kitap teklifleri kendilerine doğru adeta yağıyor.
Çok büyük ve çok özel bir emekle kitap yazan ya da bir kitabı bir başka dilden çeviren kişinin telif veya çeviri ücretini -hak ettiğinden az da olsa- büyük yayınevlerinden birinden alamadığına dair bir hikâye kimse duymamıştır ama küçük yayınevlerinin tarihi, bozuk ekonomik durumları ya da hatta batmış olmaları nedeniyle bu hikayelerle doludur. Küçük yayınevlerinin yayınladığı kitabın 1000 hatta 500 nüsha olarak basılan bir kitabın birim maliyeti, böylesi bir kitabın ilk baskısını 100 bin adet basan büyük yayınevlerinden kat be kat fazladır. Bu yüzden küçüklerin kitabı daha pahalı satılmak zorundadır.
Çıkardığı kitabı, daha neredeyse yayınlanmadan önce büyük ilan ve hatta bilbordlu reklamlarla kamuoyuna duyurma konusunda gerçekten büyük bütçe ayırabilen büyük yayınevleri karşısında, küçük yayınevi yeni çıkardığı kitabın bırakın ilanını verebilmeyi, kitabevlerinin standlarına bile girememe durumuyla karşılaşıyor. Küçük yayınevlerinin yayın sektörüne girme girişimlerini ben hep Don Kişot benzeri bir savaş olarak görmüşümdür. Ancak Don Kişot’suz bir dünya çok yavan olurdu herhalde!..