Geçtiğimiz hafta, genel seçimleri artık arkada bırakmış olan Erdoğan iktidarının küresel perspektif ve hedefleri bakımından dikkate değer iki sunum gerçekleşti. Erdoğan’ın, genellikle “bakın biz neler yaptık” salatasıyla doldurulduğu için kulak arkası edilen sunumlarından farklı olarak bu iki metin, rejimin dönemsel yönelişlerine ilişkin önemli imalar içeriyordu. Ne var ki, üzerlerinde uzun boylu durulmadı.
Birincisi, 14. Büyükelçiler Konferansı’ndaki konuşmasıydı, ikincisi de Milli Güvenlik Kurulu (MGK) bildirisi. Konuşmayı ve bildiriyi birbirine bağlayan en önemli halka, Erdoğan rejiminin iktidar mücadelesini yerel değil küresel ve bölgesel bir süreç olarak kavrayan ve devlet iktidarını elde tutmayı siyasal İslam’ın küresel hegemonyasıyla ilişkilendiren yaklaşımıydı. Bugüne değin daha çok bir retorik ifadeye büründürülerek dillendirilen küresel İslam ve Müslümanlık, bu iki metinde yalnızca içeriye değil dışarıya da dönük olarak ilk kez böylesine operasyonel bir anlamda içerilmişti.
Erdoğan Büyükelçiler Konferansı’ndaki konuşmasında, sözü, “son haftalarda kimi Avrupa devletlerinde artık tahammül edilemez boyutlara varan ‘İslam düşmanlığı’na getirerek şöyle demişti: ‘İslam düşmanlığıyla mücadelemizi dost ve kardeş ülkelerin yanı sıra, kutsallara yapılan saygısızlığı kabullenmeyen diğer inanç mensuplarıyla iş birliği içinde yürütüyoruz. […] Türkiye, bu mücadelenin sancaktarlığını yapma sorumluluğunu asırlardır olduğu gibi bugün de hakkıyla ifa edecektir.”
Aynı tema bir gün sonra Erdoğan başkanlığında toplanan MGK bildirisinde daha da kuvvetli ve MGK’nin “boyunu aşan” ifadelere bürünmüş olarak “sorumluluklarını yerine getirmeyen devletlere karşı uyarılar eşliğinde dünyaya ilan edildi: ‘[…] sorumluluklarını yerine getirmeyen devletler; ifade hürriyeti kisvesiyle ektikleri nefret tohumlarının ortaya çıkarabileceği yıkıcı etkileri idrak ederek bir an evvel bu tutumlarını değiştirmeye ve kutsal değerlere yönelik saldırılara karşı birlikte mücadele etmeye davet edilmiştir.”
Bu dil ve ifadenin Milli Güvenlik Kurulu’nun görev ve yetkileriyle herhangi bir ilgisi bulunmadığı açık. Yürürlükteki 1982 Anayasası’na göre MGK’nin görevi, “Devletin millî güvenlik siyaseti […] konusundaki görüşlerini Bakanlar Kurulu’na bildir[mek]”ten ibaret.
2945 sayılı “Millî Güvenlik Kurulu ve Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Kanunu”na göre de “Devletin Milli Güvenlik Siyaseti, milli güvenliğin sağlanması ve milli hedeflere ulaşılması amacı ile Milli Güvenlik Kurulunun belirlediği görüşler dahilinde, Bakanlar Kurulu tarafından tespit edilen iç, dış ve savunma hareket tarzlarına ait esasları kapsayan siyaseti” ifade ediyor.
Yani, MGK’nin görevleri arasında din esasına dayalı küresel ve bölgesel çatışmalara taraf olmak yok. Dahası, MGK’nin uluslararası alanda, hükümeti ve bakanlıkları aşarak başka devletlere dinsel konularda “tutum almaya”, “tutum değiştirmeye” davette bulunma hakkı ve yetkisi de yok.
Son MGK bildirisine bu açıdan bakınca mutlak iktidar sahibi bir “otokrat” oluncaya kadar “MGK vesayeti”nden yakınan Erdoğan’ın artık bütün kurumları kendi vesayeti altına aldığını ve MGK Genel Sekreteri’ni şahsi sekreteri kıldığı güveniyle hareket ettiğini görmek mümkün. Geçmişte yetki ve sorumluluk zincirini şeklen takip etme zorunluluğu dolayısıyla en “vasi” MGK’nin bile başka devletlere “had bildirme” ye kalkışması düşünülemezken 2023’te fiilen Erdoğan’ın dikte ettiği bildiriyi yayınlamakla görevli kılınan MGK Genel Sekreterliği’nin Erdoğan’ın altbeninin diliyle iletişim kurmasına şaşırmıyoruz.
Kıssadan hisse, Erdoğan’ın “karanlıklar prensi”nin AB’nin Türkiye’yi içine almamasının “stratejik körlük” olduğuna dair incisinde liberal hikmetler bulanlarının beklentilerinin aksine “Erdoğan Ankara’sı” önümüzdeki beş yıl için içeriye ve dışarıya bir “yurtta ve dünyada barış” daveti değil, İslam sancaktarlığı iddiası altında “cihan hakimiyeti” bayrağı dalgalandırıyor.
Bununla birlikte, bu Erdoğan artık Gülbiddin Hikmeytar’ın dizinin dibinde oturan Erbakancı militan değil, dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biri ve NATO’nun ikinci büyük askeri gücü olan bir devleti teslim almış bir otokrat. Ona yön veren şeyler de safiyane bağlanışlar ya da doktriner tutkular değil. Erdoğan, 21 yıllık iktidarı sonunda artık, “stratejik amaca” ulaşmak için sermaye sınıfının güç ve servetine ve ceberrut bir devletin kudretine yaslanarak rakiplerini saf dışı etmenin ve kendi hizbini palazlandırmanın yalın kılıç İslam devrimine girişmekten yeğ olduğu düşüncesine varmış bir post-modern İslamcıdır. Erdoğan’ın Dışişleri ve MGK’ye zerk etmekle meşgul olduğu İslam yorumu, uhrevî ve semavî değil tamamen dünyevî ve devletlû bir varoluş ve yaşayışın tercümesidir.
Erdoğan bunu Büyükelçiler Konferansı’nda şu sözlerle dile getiriyor: “Üç kıtanın kalbinde yer alan Türkiye, hadiseleri tribünden seyredemez. Sahada ve masada güçlü olmak bizim için tercih değil mecburiyettir […] Diplomasinin tüm imkânlarını, sert ve yumuşak güç unsurlarının tamamını kullanarak Türkiye’nin menfaatlerini korumanın derdindeyiz.”
“Türkiye’nin menfaati” dediği şey de şu: “Her bir büyükelçimiz aynı zamanda görev yaptığı yerde ülkemizin ihracat seferberliğinin öncüsü olmalıdır. Türkiye’nin her alanda daha çok üretip daha fazla ihracat yapmaktan başka çıkış yolu bulunmuyor. Türk ürünlerinin tanıtımı, iş dünyamıza yeni pazarlar bulunması, ülkemize daha fazla turist çekilmesi noktasında girişimlerinizi artırmalısınız.”
Özetle, “İslam sancaktarlığı” bedava değil! Karşılığında devlet, damadın İHA ve SİHA’larını, doğrudan satış ve pazarlama suretiyle uluslararası piyasalara sevk ederken, Erdoğan da çekirdeğini sülalenin oluşturduğu “askeri-sınai kompleks”in menfaatini “İslam davası”nın merkezine yerleştirerek devletin kendisini bir İslam anonim şirketine dönüştürüyor. İşte “ampul”ün işaret ettiği “çağdaş” yorum.
Kimsenin 14 ve 28 Mayıs’tan sonra kendisini, Avrupa’ya yöneliş, iç barış ve benzeri hayallerle avutması için hiçbir yeni neden yok. AKP’nin başlangıç hedefleri, halen rejime yol göstermeye devam ediyor ama şu farkla: Erdoğan bir İslam rejimi kurmak üzere yola çıkmıştı, ne var ki, yıkmayı hedeflediği rejimden daha yüksek bir kültür ve medeniyete dayanmadığı için devletle girdiği her temasta devletin işleyişini bir nebze dönüştürürken kendisi ve kadroları da onun tarafından dönüştürüldü. Sonuçta Cumhuriyet 100. yılına gelirken elimize geçen Erdoğan’ın lafta kalan İslami kurtuluş ülküsüyle devletin ceberrut hakikatinin birbiriyle melezleştiği bir son dönem Osmanlı restorasyonu ya da post-modern bir Sultanlıktan ibaret. Bunun içinden bir şey çıkacak olsa antika Sultanlık yıkılmadan çıkmış olmalıydı.
Cumhuriyet’in 100. yılının aslen bu sultanlığın çekirdeğinin “muhafaza ve müdafaası”ndan öteye gitmediği her gün yüzümüze çarpılırken kısmî kurtuluş avuntularındansa dikkatlerimizi topyekûn kurtuluşun imkân ve zorunlulukları üzerine toplamak, kongreler çığırı başlarken yapılacak en doğru iş olarak görünüyor.