Gazetemiz sordu, ‘Kürt siyasetinin mor rengi’ Gültan Kışanak, cezaevlerini, tecridi anlattı, manşet sözünü söyledi
Gülcan Dereli/ Hüseyin K. Akçadağ
Gültan Kışanak, kendi tabiriyle ona ithafen söylersek ‘Kürt siyasetinin mor rengi.’ Bir başka deyimle Kürt kadın hareketinin simge isimlerinden biri. Bunu da yaşam öyküsündeki pratiğine borçlu. O 1980’li yıllarda Diyarbakır Cezaevi Müdürü Esat Oktay Yıldıran’a baş eğmeyenlerden. Diyarbakır Cezaevi’ni bilenler bunun nasıl bir yaman irade gerektirdiğini iyi bilir. Kışanak, daha 19 yaşında üniversite ikinci sınıf öğrencisi iken gerçekleşen 12 Eylül darbesi sırasında tutuklandı. 1980 ve 1982 yılları arasında Diyarbakır Cezaevi’nde yattı. Kısaca aktarırsak şöyle demişti Kışanak: “Cezaevi Müdürü Binbaşı Esat Oktay Yıldıran vardı… Bir gün bizim kadınlar koğuşuna girdi… Herkes ayağa kalktı, ben kalkmadım… Sırf içeri girdiğinde ayağa kalkmadım diye, sırf bu gerekçeyle beni köpeği Co’nun kulübesine tıktırdı. Köpeğinin bile kalmak istemediği, pislik içinde, küçücük bir kulübeydi bu… Bir gün değil, iki gün değil, bir ay değil, iki ay değil, tam altı ay orada kaldım. Nefes almanın bile zor olduğu o kulübede bana her gün dayak attılar, her gün işkence yaptılar.” Bu sadece kısa bir kesit… ‘Eski Türkiye’nin Yıldıranlarının işkence ile baş eğdiremediği Kışanak, şimdi ‘Yeni Türkiye’nin zorbalığı ile sınanıyor. Oysa o bu yaman sınamadan yüzünün akıyla çoktan çıkmıştı. Kışanak, siyasi yaşamında birçok rol üstlendi. En son Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) genel eşbaşkanlığını Selahattin Demirtaş ile birlikte üstlendi. Sonra işkencelerle sınandığı Diyarbakır’da belediye eşbaşkanı seçildi. Kışanak, 30 Ekim 2016’da tutuklandı, yerine kayyum atandı. Kocaeli F Tipi Cezaevi’nde tutuluyor. 57 yıl 6 aydan 230 yıl 6 aya kadar hapsi istendi. 1 Şubat 2019’da görülen karar duruşmasında, 14 yıl 3 ay hapis cezası verildi. Kışanak aynı zamanda bir gazeteci. Yıllarca özgür basında çalıştı. Kışanak’a cezaevi günlerini, tecridi, memleketin haline dair manşet sözünü sorduk. İyi okumalar…
Vaktiniz nasıl geçiyor, günlük yaşamınız nasıl?
Cezaevlerinde yapılabilecek şeyler zaten çok kısıtlı. Bir de pandemi nedeniyle katı bir tecrit uygulanmaya başlandı. Gerekli hijyen, temizlik ve aşı gibi tedbirleri almak yerine, tüm sosyal iletişim imkanlarını ortadan kaldırdılar. Ben, Dersim’in bir önceki belediye başkanı Edibe Şahin ile kalıyorum. Vaktimizin çoğunu okuyarak, mümkün olduğu kadarıyla dışarıdaki gelişmeleri takip edip yorumlayarak geçiriyoruz. İtiraf etmeliyim ki hijyen kaygısıyla temizliğe de epeyce zaman ayırıyoruz. Gardiyanların temas ettiği her şeyi dezenfekte etmeye çalışıyoruz. Biraz şaka, biraz gerçek, galiba Kovid-19 hepimizin içindeki ‘titiz ev kadını’ formatını tetikleyerek açığa çıkarttı. Bu halimizi eleştiriyor ve temizlik için ayırdığımız zamanı azaltmaya çalışıyoruz.
Bir de bitmeyen soruşturmalar ve davalar var. 5 yıldan beri tutukluyuz, hâlâ yeni soruşturma ve davalar geliyor. Hücrede dava dosyası koyacak yer kalmadı. Kamuoyunun bildiği büyük davalar dışında, onlarca soruşturma ile uğraşıyorum. Beş yıldan beri Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne el koymuşlar, bütün iş ve işlemleri didik didik ettiler. Meydanlarda söyledikleri yalanlarını kanıtlayacak bir şey bulamadılar, bulamazlar da zaten. Biz halkın emanetini gözümüzden bile sakınarak görev yaptık. Ama İçişleri Bakanı, Danıştay’ın reddettiği konularda bile yeniden müfettiş göndererek, ‘illa bir şey uydurun’ diyor. Öylesine zorlama ve absürt durumlar var ki bazen bu konularla ilgili haber yapıp, basına göndermek istiyorum. Sonra vazgeçiyorum, zira memlekette hukuk ve adaletin zerresini bırakmadılar. Ama bir çift sözüm var: Bizimle bu kadar uğraşanların her tarafından yolsuzluk, usulsüzlük, yasa dışı ilişkiler dökülüyor. Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste sözü demek ki boşa söylenmemiş.
Türkiye nereye gidiyor, gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
İktidarın memleketi nereye götürdüğü gayet açık. Toplum her sabah yeni bir hukuksuzluğa, skandala uyanmaya alıştı. Faşizan uygulamalar, otoriter kararlar, siyasi darbeler derken; ‘beraber yürüdük biz bu yollarda’ şarkısı eşliğinde iktidar/mafya ilişkileri de ortaya dökülmeye başladı. ‘İktidar kirletir, mutlak iktidar, mutlaka kirletir’ sözü, tam da yaşananları anlatıyor. Uzun bir dönem, ne pahasına olursa olsun iktidarda kalma çabası içerisinde olan iktidar, bir suçlular koalisyonuna dönüştü. Derin devlet çok katmanlı, farklı kanatların birbiri ile güç/menfaat kavgasına tutuştuğu, kimin galip geleceği belli olmayan bir sürece girdi.
İktidarı bu duruma getiren sürece kısaca bakmak gerekir. AKP Genel Başkanı, FETÖ’yle kurulan ittifakın ülkeyi uçuruma sürüklediğini görmek yerine 15 Temmuz sürecinde başka derin odaklarla ittifak kurdu. Yeni kurulan ittifak da önceki gibi Kürt sorununda barış stratejisini bir kenara atıp ne pahasına olursa olsun bitirme stratejisini esas alıyordu. Bu strateji devlet politikasını içeride ve dışarıda tek parametreye indirgedi: Kürt karşıtlığı.
İçeride mafya ve çeteler, Suriye’de IŞİD ve türevleri Türkiye’nin bu politikasında en üst düzeyde yararlandı. Gayri resmi savaş ekonomisi ve askeri teçhizat ihtiyacı mafyayı doğal müttefik haline getirdi. Kamu yönetiminde bir istisna bin istisna yaratır. Böylece ‘vatan, millet’ diye başlayan ilişkiler giderek kirli ilişkiler yumağına döner. Gelinen aşama artık her türlü yasa dışı kirli ilişkinin iç içe girdiği bir durumu ifade ediyor. Eğer hâlâ kirlenmediğine inanlar varsa bir an önce bu kirli ilişkiler torbasından kendisini dışarı atmanın bir yolunu bulmalı. Görünen o ki savaş ve çözümsüzlük siyaseti bir iktidarı daha çürütüp tüketti.
Muhalefet ise son zamanlarda bazı olumlu sinyaller vermekle birlikte hâlâ toplumun önüne güçlü bir demokratik alternatif olarak çıkacak kıvamda değil. Ama başta kadınlar ve gençler olmak üzere umudu büyütecek bazı gelişmeler dikkat çekiyor. Örneğin İstanbul Sözleşmesi’ni, tek adamın imzasıyla yürürlükten kaldırma çabası, kadınların direnişi karşısında zorlanıyor. Kadınların mücadelesi, İstanbul Sözleşmesi’ndeki imzadır. Ve o imza yerli yerinde duruyor.
İktidarın, HDP’yi siyaset dışına çıkarma operasyonu da şimdilik başarısız oldu. Halkın kararlı tutumu, iktidarı geri adım atmak zorunda bıraktı. Tabii bir diğer olumlu durum, artık iktidarın bu siyasi operasyona yeterince şakşakçı bulamaması. Muhalefetin kararlı tutumunu, sarayın talimatıyla Ankara’da açılan davada da göstermesi gerekiyor. İktidar ‘Kobane olayları davası’ dese de bu davanın olaylarla hiçbir alakası yoktur. Bu dava HDP’yi kapatma davasıdır. Hukuk devletine inanan herkes bu davanın karşısında net bir duruş sergilemeli.
Umarım muhalefet “ben senden daha milliyetçiyim” yarışının iktidara yaradığını görür. Çünkü bu yarış her türlü hukuksuzluğun, yanlışın, hırsızlığın, yolsuzluğun, mafya ilişkilerinin üstüne örten bir şal olarak kullanılıyor. Her toplumun manevi değerleri ve kutsalları vardır, kimse bunları kötü, otoriter iktidarların malzemesi haline getiremez, getirmesine izin verilmemelidir. İktidarın “vatan haini, terörist, din düşmanı” gibi yaftalayan ve düşmanlaştıran söylemine karşı duran bir muhalefet, topluma güven verir.
İnsanlığın, ‘farklı olanı düşman görme’ siyasetinin toplumlara büyük acılar yaşattığına dair epeyce deneyimi var. Alternatif olduğunu iddia eden bir muhalefetin toplumsal barış konusunda söyleyecek bir sözü olmalı. Bu konu, ‘hele seçimleri kazanalım sonra bakarız’ denilecek bir durum değildir. Siyaset, seçim öncesinde ve seçim süreçlerinde kurulur. Bu iktidarın en büyük zararı toplumsal yapıda yarattığı karşıtlık. Muhalefet toplumsal zeminde yaratılan bu tahribatı/karşıtlığı gidecek bir siyaset yolu bulmalı. Hak, adalet, eşitlik, özgürlük, uzlaşı, empati, vicdan, barış, çözüm gibi unutulan kavramlar, yeniden siyasetin temel kavramları haline getirilmeli. Türkiye’de siyasi akımlar yeniden şekilleniyor, demokratik muhalefet etkin bir rol alırsa, yeni siyasi yapılar demokrasiye ve barışa itibar eden bir yol izleyebilir.
PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik tecride karşı açlık grevleri var. Tecride dair görüşlerinizi alabilir miyiz?
Türkiye altına imza attığı uluslararası sözleşmelerin ve kendi anayasasının temel ilkelerine aykırı olarak İmralı’da özel bir tecrit sistemi kurmuştur. Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi CPT, durumu yerinde inceleyerek, bu konuda rapor hazırlamış ve İmralı’daki tecridin kaldırılması için Türkiye hükümetine çağrı yapmıştır. CPT raporunda, hükümetin ileri sürdüğü gerekçelerin inandırıcılığı olmadığı, İmralı’daki uygulamanın uluslararası hukuka ve insan haklarına aykırı olduğu net bir şekilde vurgulanmıştır. Buna rağmen iktidar katı tecrit sistemine devam ederek hukuku hiçe sayıyor. Bunu kabul etmek mümkün değildir.
Bu yaklaşım evrensel hukuk normlarının ve anayasasının “yasalar önünde eşitlik” ilkesine açıkça aykırıdır. Genel olarak yoksullar, emekçiler, kadınlar, Kürtler için ayrı bir hukuksal yaklaşım olduğunu birçok örnekte görüyoruz. Aynı hukuk kuralının ezilenlere, muhaliflere karşı farklı, egemenlere karşı farklı uygulandığına her gün şahit oluyoruz. İmralı’daki özel hukuk uygulaması da bu yaklaşımın ürünüdür. Yasalar önünde eşitlik, demokrasinin en asgari düzeyidir. Bu ilkeye sahip çıkmadan, bütünlüklü olarak demokrasiye ve insan haklarına sahip çıkmak mümkün değildir. Bu nedenle İmralı’da uygulanan negatif ayrımcılığa, hukuksuzluğa karşı çıkmalı, genel olarak demokrasiye, hak ve özgürlüklere, yasalar önünde eşitlik ilkesine sahip çıkılmalıdır. Ayrıca, tecrit ve izolasyonun, işkence olduğunu da vurgulamak gerekir. Tecrit, kişinin beden ve ruh sağlığını bozmaya yönelik bir işkencedir. Tecridin hukuktaki karşılığı budur.
Aslında İmralı’daki tecrit sisteminin giderek yaygınlaştığını, pandemi bahanesiyle diğer cezaevlerinde de benzer uygulamaların gündeme geldiğini görüyoruz. Demokratik siyasete, muhalefete, sivil toplum örgütlerine uygulanan kuşatma, yalnızlaştırma çabaları da aynı zihniyetin ürünüdür.
Bu yönlü bir çağrınız var mı?
Meselenin toplumsal barışla ilgili boyutu da insan hakları kadar önemlidir. Bu topraklarda yaşayan herkes acılardan, ölümlerden, gözyaşından etkilendi. Ağır bedeller ödendi. Barış ve çözüm ertelenemez, en acil ve en önemli ihtiyaçtır. Ve tecrübeler, İmralı kapısının aralandığı dönemlerde bir nebze de olsa gözyaşlarının dindirildiğini göstermiştir. İmralı gerçeğinin bu yönü de son derece önemlidir. Bütün bu nedenlerle tecridin kaldırılması talebiyle cezaevlerinde başlayan dönüşümlü açlık grevi aylardır devam ediyor. Demokrasi ve hukuka inanan, temel hak ve özgürlükleri savunan herkes, kişiye özel hukuk uygulamasına, tecride ve izolasyona karşı çıkmalıdır. Kamuoyunun gereken duyarlılığı göstermesi, tecridin kaldırılması herhangi bir olumsuzluk yaşanmadan açlık grevlerinin bir sonuca ulaşması, cezaevindeki herkes gibi benim de beklentimdir.
Herkes birer ışık hüzmesi olsa…
Siz de gazetecisiniz. Bir manşet atsanız, ülkedeki mevcut hal için nasıl bir manşet sözünüz olurdu?
Benim manşetim “şafak vakti” olurdu. Şafak sökmeden önceki koyu karanlık yavaş yavaş dağılır. Güneşin ilk ışıkları ufuktan görünmeye başlar. Yukarıda da ifade etmeye çalıştığım gibi, bazı gelişmeler ülkemde şafak vaktinin yaklaştığını gösteriyor. Ama biliyorsunuz, karanlık kendiliğinden çekip gittiği için güneş doğmaz; dünya döndüğü için her sabah güneş doğar. Yani şafağı beklemek yerine demokrasi, barış ve özgürlüğe inanan herkesin birer ışık hüzmesi olmak için çaba sarf etmesi gerekir.