Darbecilerle günümüz iktidar sahiplerinin Kürt sorununa verdikleri yanıtın aynı olduğunu ifade eden Kürt siyasetçi Gülten Kışanak, ‘Mevcut duruma itiraz edenler her türlü yol ve yöntemle susturulmak isteniyor’ dedi
12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra tutuklanan, ağır işkenceler maruz bırakılan Kürt siyasetçi ve Diyarbakır Belediyesi Eşbaşkanı Gültan Kışanak, AKP iktidar tarafından tekrara tutuklandı ve 5 yıldır Kandıra 1 Nolu Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde tutuluyor. Kışanak, 12 Eylül Darbesi ve günümüz siyasetine benzerliklerine JINNEWS’ten Öznur Değer’in sorularını yanıtladı.
- Ekim 2016’da tutuklandınız. Tutukluğunuz 6 yılı geride bırakıyor. Ne söylemek istersiniz bu sürece ilişkin? Nasıl bir politik atmosferdi, ne yapılmak istendi bu tutuklamalarla?
Türkiye 2015 yılından itibaren çok farklı bir siyasal kulvara girmişti. AKP iktidarı, ittifak yaptığı bazı derin devlet güçleriyle menfaat çatışmasına düşmüştü. Nihayetinde 15 Temmuz 2016’da kanlı bir askeri darbe teşebbüsü yaşandı. Öyle anlaşılıyor ki AKP, iktidarını koruma pahasına bu kez derin devletin farklı kanatlarıyla ittifak yaptı. Bu yeni ittifak, farklı boyutları olmakla birlikte; özünde genel olarak tüm demokratik muhalefeti, özel olarak da demokratik Kürt muhalefetini ortadan kaldırmak üzerine kurulmuştu. Zira 2012 yılı sonlarında başlayan ve 2015’e kadar devam eden “diyalog ve çözüm süreci” nedeniyle toplumsal zeminde giderek demokrasi ve barış kültürü gelişmeye başlamıştı. Bundan rahatsız olan kesimler, süreci kesintiye uğratıp, toplumu yeniden çatışma ve kutuplaşma zeminine çekmek istediler. Bölünmüş, kutuplaşmış, birbirine karşı öfke biriktiren toplumsal yapılar, iktidarların hırsızlığını, yolsuzluğunu, kötü yönetimlerini sorgulamazlar. Faşizm, “beka” söylemi ve yaratılan korkular üzerinden toplumu teslim alır. 2016 yılında yapılan siyasi darbe ile Türkiye böyle bir sürecin içine sürüklendi. Amaç toplumu teslim almak, faşizmi kurumsallaştırmaktı.
- Siz 12 Eylül döneminde de tutuklandınız. 1980’ler Türkiye’sinden 2022 Türkiye’sine nasıl bir değişim söz konusu?
12 Eylül faşist darbenin üzerinden tam 42 yıl geçti. Neredeyse yarım asır. Artık sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada her şey çok değişti. Bu nedenle bire bir kıyaslamak yerine belki genel olarak amaçlar ve ideolojik yaklaşımlar üzerinden bir kıyaslama yapılabilir. Bu açıdan bakıldığında aradan geçen 42 yıla rağmen, 12 Eylül faşist darbesinin mirasını devralmış, darbecilerin yapamadığını yapmaya heveslenen bir iktidarla karşı karşıya olduğumuz görülüyor. 12 Eylül faşizmi, toplumsal muhalefeti bastırmak, halkı sınırsız sömürü ve baskı sistemi karşısında örgütsüz, çaresiz bırakmak için çok uğraştı. Sendikalar, dernekler, siyasi partiler kapatıldı, cezaevleri işkencehaneye dönüştürüldü. Darağaçları kuruldu. Amaç, suskun, demokratik taleplerinden vazgeçen bir toplum yaratmaktı.
Özgün olarak Kürtler açısından ele aldığında da 12 Eylül’de darbecilerin Diyarbakır cezaevinde uyguladıkları vahşet ile ulaşmak istedikleri amaç ne ise bugün Kürt muhalefetine yönelen pervasız baskı ile ulaşılmak istenen amaç aynıdır. “Kökünü kazıma” politikası faşizmin yöntemidir. Temel hak ve özgürlükleri toplumun belli bir kesimi için yok sayma, “potansiyel suçlu”, hatta “düşman” olarak görme… Her türlü hukuksuzluğu, her türlü insanlık dışı uygulamayı, “beka” söylemi arkasına gizleyerek meşrulaştırma… 12 Eylül darbecilerinin izlediği politikanın ana ekseni buydu; bugün karşı karşıya olduğumuz durum da aynı. Darbecilerin işlediği insanlık suçları nedeniyle; Diyarbakır cezaevi “Dünyanın en kötü üne sahip 10 cezaevinden biri” unvanını aldı ama faşizm istediği sonucu elde edemedi. 2016 yılında siyasi darbe yapan iktidar da aynı amaca kilitlenmiş durumda. Ancak gelinen aşamada, bir kez daha başarısız olacakları görülüyor. Cezaevi koşulları açısından bugün uygulanan katı tecrit, yalnızlaştırma ve yoksunlaştırma politikası, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası, mahkemenin verdiği ceza bitmesine rağmen tahliye etmeme uygulaması ve benzeri uygulamalar; 12 Eylül döneminin uygulamaları ile biçimsel farklılık taşısa da özünde aynı sonuçlar yaratacak kadar ağır insan hakları ihlalidir. Şimdi durum daha vahim zira o dönem fiili olarak uygulanan bu politikalar, şimdi yasal kılıfa bürünmüş durumda. Örneğin Diyarbakır cezaevinde tahliye olan kişi cezaevinden çıkabilmek için bir de Esat Oktay’ın tahliyesini beklemek zorundaydı. Bu fiili bir durumdu, şimdi çıkardıkları bir yasa ile cezaevi yönetimlerine, cezası biten kişileri tahliye etmeme yetkisi verdiler. Yargı sistemi açısından da bugünkü kadar rayından çıkmış bir siyasallaşma yoktu diyebilirim. Evet yargılamalar darbeyi yapan askerlerin emrindeki, askeri mahkemelerde yapıldı. Adalet ve evrensel hukuk kurallarına uygun bir yargılama yapılmadı. Ama hiç değilse o dönemin yargıçlarında işi kılıfına uydurma telaşı vardı. Şimdi o da yok.
- Şunu özellikle sormak istiyorum. Bugün cezaevlerinde önemli sorunlardan biri hasta tutsakların bırakılmaması. Birçoğu yaşamını yitirdi. Yitiriyor. Bırakılmayanlardan biri de Aysel Tuğluk. Bu dönemi bu açıdan yani hasta tutsaklara yaklaşım açısından 12 Eylül ile karşılaştırmanızı istersem nasıl bir değerlendirme yaparsınız?
Bire bir kıyaslama doğru olmaz, zira o dönem cezaevlerinde uygulanan işkenceler sonucunda yüzlerce kişi sakat kaldı; akıl ve ruh sağlığını yitirenler oldu. Ancak tedavi hakkı ve sağlık hizmetlerine erişim hakkı konusunda bugün de vahim düzeyde sorunlar yaşanıyor. Hala işkenceyi raporlamak kolay değil, hala cezaevi koşullarında tedavi olma imkanı olmayan ağır hasta tutsaklar tahliye edilmiyor, hala cezaevlerinde şüpheli ölümler yaşanıyor ve ciddi bir soruşturma yürütülmeden üzeri kapatılıyor. Suç işleyen kamu görevlilerine yönelik cezasızlık politikası, 12 Eylül’den bu güne hiç değişmeden devam ediyor. Kutsal devlet anlayışı ile devlet dokunulmazlık zırhına bürünmüş; vatandaş ise devlet karşısında, kul olarak her türlü haksızlığa muhatap hale getirilmiştir. Devlet muktedir, vatandaş çaresizdir. Ne yazık ki toplumun bir kesimi de ideolojik angajmanlarla bu durumu kabullenmiş, hatta savunucusu haline getirilmiştir. “Devlete karşı suç işlemekle itham ediliyorsan, her türlü hukuksuzluğu hak ediyorsun” anlayışı nedeniyle; cezaevlerinde yaşanan hak ihlallerine karşı kamuoyunda duyarlılık da oluşmuyor. 90’lı yıllarda insan hakları savunuculuğu daha güçlüydü ve “görüşlerine katılmasam da…” cümlesini daha çok duyuluyordu… Bugün sadece iktidar yanlılarından değil, muhalefetten de kolay kolay “görüşlerine katılmasam da…” kelimeleri ile başlayan ve evrensel insan haklarını savunun cümleler duymuyoruz. Bu yaklaşım, çağdaş ceza infaz anlayışından, fersah fersah geridir. Cezaevlerindeki politik mahpuslar, her türlü işkence ve kötü muamele karşısında savunmasızdır. Zira onlar devlete karşı suç işlemiştir…
- 12 Eylül ve bugünün kıyaslamasından devam edersek… Kadın tutsaklara yönelik politikalar için ne dersiniz?
Öncelikle şunu söylemek isterim, elimde istatistik bilgiler yok ancak, o dönem cezaevlerindeki politik kadın tutuklu sayısı bu günkü kadar çok değildi. Darbecilerin de kadınlara karşı, genelden farklı bir yaklaşımı yoktu denilebilir. Kadınlar da sıkıyönetim komutanlıklarına bağlı askeri cezaevlerinde kaldılar. Başka cezaevlerinde farklı bir uygulama var mıydı bilmiyorum ama ben Diyarbakır cezaevinde bir tek kadın görevlinin bile bulunmadığı bir dönemi yaşadım. 1980-1982 yıllarında cezaevindeki tüm görevliler askerdi, yani erkekti. Kimi askerler, geleneksel cinsiyetçi yaklaşımla “kadın başınıza bu işlere niye bulaştınız” diyerek dövüyordu. Özel yetiştirilmiş işkencecilerde ise daha kasıtlı bir cinsiyetçi tutum vardı. Günümüzde de politik kadınlara yönelik yaklaşım pek değişmiş gibi görülmüyor. Uygulamalar farklı ama cinsiyetçi yaklaşımlar yine ön planda.
- 12 Eylül’de “Ben Kürt değilim Türk’üm” demediğiniz için ağır ve insanlık dışı işkencelere maruz kaldınız. 12 Eylül zihniyetinden bugüne devlet aklının bir değişim oldu mu?
Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle şu sorunun cevabını bulmak gerekiyor: Kürt sorunu, bir demokrasi, hak ve özgürlükler sorunu mu? Yoksa mevcut duruma itiraz eden Kürtlerin sorun olarak görülmesi mi? Ana hatlarıyla bakıldığında 12 Eylül darbecileri ile günümüz iktidar sahiplerinin bu soruya aynı cevabı verdiklerini görüyoruz. Kürtlerin mevcut duruma itiraz etmesi önemli bir sorun olarak görülüyor ve itiraz edenler her türlü yol ve yöntem denenerek, susturulmak isteniyor. Mesele öyle iktidar sahiplerinin gösterdiği gibi sadece “şiddet kullanımı” ile ilgili de değil. O gün de bugün de cezaevleri; eline silah almamış, sadece politik olarak mevcut duruma itiraz ettikleri ve Kürtlerin de doğuştan gelen haklarını kullanmaları gerektiğini savundukları için rehin alınan, binlerce politik tutsakla dolu.
- 12 Eylül’de unutamadığınız bir anekdotu paylaşır mısınız? Sizi en çok etkileyen, derin etki bırakan şey neydi?
Acıları anlatmayı sevmiyorum. Ama belki bu güne dair bazı şeyleri sorgulamaya yarar diye, küçük bir anekdot yazayım. Kadınlar koğuşunun gardiyanlığını bir süre Gümüşhaneli Bahattin isimli bir asker yaptı. Saf, bir köylü çocuğuydu. Tabi ismini ve nereli olduğunu da saflığından ağzından kaçırmıştı. Yoksa askerlerin kimliği, nereli oldukları gizli tutulurdu, herkesin bir kod adı vardı. Bahattin’e de “horoz” diye seslenirlerdi. Komutanları emir vermişse, Bahattin tam bir gaddar kesilir, tüm koğuşu dayaktan geçirdiğinde kan ter içinde kalırdı. Bahattin iri yarı, cüsseli bir askerdi. Bizler de en büyüğümüz 25-26 yaşında, büyük çoğunluğu 16-20 yaş aralığında zayıf çelimsiz gençlerdik. Bahattin bazen bize üzülür, “Geberecekler, niye bu işlere karıştınız” derdi. Ama emirleri eksiksiz yerine getirmekten de geri durmazdı. Yemek geldiğinde bizlere de askerlerin okuduğu “ordu millet var olsun” şeklindeki yemek duasını okutmak isterdi. Bir gün Bahattin karavanayı içeri verdi gitti, yemek duası okumamızı istemedi. Ertesi gün yine öyle. Baktık, Bahattin’in gözünün önünde bir morluk, keyfi yerinde değil; bize dayak atmak için bahane aramıyor… Bu olacak iş değildi. Koğuş sorumlusu, bütün cesaretini toplayıp, Bahattin’e “bir şey mi oldu” diye sordu. Bahattin meğer bu soruyu bekliyormuş. Başladı anlatmaya. Meğer, iki yabancı kadın tutuklanmış, bizden ayrı bir koğuşta tutuyorlarmış. Esat Oktay “Sakın bunlara karışmayın, yakında tahliye olurlar, gidip burayı anlatmasınlar” diye tembihlemiş. Ama Bahattin ne olmuşsa yabancı kadınlara da tokat atmaya kalkışmış. Onlar da şikayet edince Esat Oktay, Bahattin’i dövmüş, hakaret etmiş. Bahattin buna çok bozulmuş, aklı bir türlü almıyordu. “Bana burada her gün Türkçe (Karadeniz aksanıyla konuşuyordu, Türk diyemiyordu) bayanına dayak at diyorlar, elin gavuruna bir tokat attım diye beni dövüyorlar” demişti. Bu olaydan bir süre sonra zaten Bahattin’i artık görmedik, gardiyan-askeri değiştirdiler. Saf Gümüşhane köylüsünün bu yaman çelişkisi, 12 Eylül darbecilerinin ne kadar “milli ve yerli” olduklarını gösteriyordu. Bu iktidar da emperyalistlerin, hegemon güçlerin önünde el pençe olup, onlarla her türlü işbirliğini yapıp, bize karşı da “yerli ve milli” oluyor ya buna çok yanıyorum…
- Siz 12 Eylül işkencesine karşı direnen ve bugün de iktidara karşı cezaevinde de direniş gösteren Kürt kadın ve siyasal hareketin sembol isimlerinden biri olarak Türkiye’nin gidişatını nasıl görüyorsunuz? Siyasetten, ekonomiye, ekolojiden kültür sanata neler oluyor? Ve de buna karşı ne yapmalı? Özellikle kadınlar için bu konuda önerileriniz nedir?
Yaşam bir bütündür. Ve yaşama yön veren felsefedir. Bugün iktidarı elinde tutan kesimlerin felsefesi, toplumu iliklerine kadar sömürmek, yandaşları ihya etmek, iktidarlarını kaybetmemek için de her türlü yolu denemek. Ekonomide, yoksuldan alıp, zengine veren bir çark kurmuşlar. Enflasyonu bu nedenle önleyecek tedbirler almıyorlar. Toplumun yaşam alanlarını yok etme, ekolojik yıkım pahasına doğayı talan etmek, büyük bir çevre kirliği yaratmak, bunların fıtratında var. Çünkü her şey daha fazla kar elde etmeye göre ayarlanıyor. Siyaseti, yarattıkları ırkçılık ve dincilik cenderesinde tutmak istiyorlar. Kadınlara yönelik politikaları da iyice gün yüzüne çıktı. Bazı “din adamı” kılıklı kişilerin söylemlerine bakılırsa, kadına evde erkeğin hizmetine koşulmak dışında bir rol kalmayacak. Ekonomik, siyasal ve sosyal olarak tam bir yıkımla karşı karşıyayız. Adeta “şimdiye kadar yapamadıklarımızı gider ayak yapalım” telaşı içerisindeler. Bir taraftan talan, bir taraftan baskı, bir taraftan savaş politikaları… Bu tabloya bakıp muhalefet partilerinin, toplumda yaratılan kutuplaşmayı çözecek, mevcut durumu sorgulayan akli selim bir kamuoyu yaratacak, daha gerçekçi politikalar izlemesi gerekir. Kadınlar her zaman daha cesur ve daha ön açıcı oldular. Bu kritik süreçte de kendilerine düşen görevi yapacaklarına inanıyorum.
ANKARA