Faşist katliamların dorukta olduğu günlerde dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, “bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” diyerek katliamcıları desteklemekten çekinmemişti. O günlerin namlı faşist katilleri önce ANAP, sonra da MHP vasıtasıyla devletin tepe yönetimlerine taşındılar. Katile katil, işkenceciye işkenceci, faşiste faşist demek suç sayılırken, “işkence var” diyenler vatan haini ilan edildiler. Tüm bu baskılara rağmen kolluk kuvvetlerinin sistematik olarak uyguladığı işkence, yargısız infaz ve gözaltında kaybetmelere karşı büyük bedeller ödenerek mücadele kesintisiz sürdü. 1990’lı yıllarda kirli savaş yöntemi köy yakma, toplu işkence ve infazları gündeme getiren insan hakları savunucuları Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde “Devleti alenen aşağılamak” iddiasıyla yargılandılar. İnsan hakları mücadelesi sonucunda devlet görevlilerinin işlediği suçları teşhir etmek uzun zamandır tutuklama gerekçesi olmaktan çıkmıştı. Ta ki, devletin eski sahipleri ile yeni sahipleri Saray Rejimi kurma anlaşmasına varana kadar sürdü bu durum. Geçmişin kirli savaş yürütücüleri eski konumlarını geri alarak, AKP-MHP faşist ittifakını anti-Kürt, karşı-devrimci eksende tedavüle soktular.
TTB Başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın tepeden emirle tutuklanması susturma ve korku imparatorluğu yaratma faaliyetinin bir parçası. 12 Eylül faşist darbecilerinin kurumsallaştırdığı işkenceli sorgular, yargısız infazlar ve gözaltında kaybetme yöntemlerine karşı hem Adli Tıp uzmanı bir hekim, hem de insan hakları savunucusu olarak ödünsüz mücadele veren Şebnem hocanın, eski ve yeni devletlûlar tarafından “ortak düşman” görülmesi gayet normal. Dün ve bugün devletin derin işlerini yürüten Mehmet Ağar’ın emniyet müdürü ve İçişleri Bakanı olduğu günden beri Şebnem hocanın hazırladığı raporlar nedeniyle başının çok ağrıdığını biliyoruz. Bu yüzden Mehmet Ağar polisleri “Kahrolsun insan hakları” sloganı atarak yürümek suretiyle “toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasasına” muhalefet etmişlerdi. Saray Rejimi’nin kurulmasıyla birlikte devletin polisi olmak yerine “polis devleti” şımarıklığının yaşandığı bu günlerde, insan hakları savunucularını susturmak, gazetecileri esir almak rejim bekçileri açısından bir zaruret olarak görülüyor.
Şebnem hocaya karşı başlatılan faşist linç kampanyası ile Ankara’da özgür basın emekçilerine yönelik operasyon bir merkezden planlanıyor. Özgürce konuşan Ş. Korur Fincancı’yı susturmanın yolu, özgürce yazan gazetecileri tutuklamaktan geçiyor. JInNews ve Mezopotamya Ajansı’na bağlı çalışan gazetecilerin zorla boynunu eğme görüntülerinin Havuz medyasına servis edilmesi susturulmuş toplum yaratma ısrarını sembolize ediyor. “Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” sözü “devlet suç işliyor diyemezsiniz” şeklinde evrim geçiriyor. Sokak eylemlerinde polisin ilk hedefi gazeteciler oluyor. “Çıt çıkmayacak” faşist direktifi, susturma, susturamadığına kan kusturma pratiğini beraberinde getiriyor.
Sistem muhalefeti, Şebnem hoca ve özgür basın emekçilerinin gözaltına alınması karşısında, olayı suskunlukla geçiştirme telaşına düştü. Hatta CHP milletvekili ihaleci-tüccar Gürsel Erol “TSK’nın eylemleri sorgulanamaz, eleştirilemez” gibi saçma bir argümanla insan haklarına, demokrasiye açıkça düşmanlık edecek cesareti kendinde bulabildi. Oysa insan hakları mücadelesi bilhassa devlete karşı verilir, Şebnem hoca, “kimyasal silah iddiaları araştırılsın” sözüyle hekim ve insan hakları savunucusu olmanın sorumluluğunu, bu sözleri gazeteye yazan gazeteciler de gazeteci olmanın gereğini yerine getirdiler. Susarak Saray Rejimi’nin dolaylı yedeği haline gelen sistem muhalefetinden ziyade, demokrasi güçlerinin gözaltına alınan gazetecilere, Şebnem hocaya yeterince omuz verememesi daha büyük bir sorun olarak ortada duruyor.
Cezaevinde kolluk güçleri tarafından kolumun buldozerle koparılması ve sonrasında sokak köpeklerinin ağzında kopan kolumun bulunması gerçeği sağ yanımda sallanan bir boşluk olarak bana kendini hiç unutturmuyor. 19 Aralık cezaevi katliamında ambulanstan indirilen Birsen Kars’ın “bizi diri diri yaktılar” haykırışı kulaklarımda. Zamanın Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın Diyarbakır cezaevinde askerlerce katledilenler için “vura vura öldürmüşler” açıklaması tarihte kara leke olarak arşivlerde duruyor. Yakılan köyler, gözaltında yok edilenler, işkenceler… hepsi mahkeme kayıtlarıyla sabit suçlar. Dünya üzerinde bütün devletler suç işler ve insan hakları savunucuları bu suçları teşhir etmek için mücadele verirler. Gazetecilik namusunu taşıyan gazeteciler ortaya çıkan suçları cesaretle yazarlar. İnsan hakları savunucularının, gazetecilerin tutsak edilmesi otokrasinin, faşizmin egemenliğinin kök salmasından başka da bir anlama gelmiyor.
Siyasal iktidarın gazetecileri, hak savunucularını yasadışı gösteren, kriminalize eden baskılarına boyun eğmek gibi bir seçeneğimiz yok. Asit kuyularının, faili meçhullerin, işkencelerin, yasal mermi taşıyan, resmi kıyafet giyen faillerini ortaya çıkarma mücadelesi verenlerin değil, bilakis bu zalimliklere ortak olanların yasadışı olduğunu yüksek sesle dile getirmek asla suç değil. Sormaktan korkmadan, işkenceyi, faili meçhul cinayetleri gerçekleştirenler mi yoksa bu suçlara karşı mücadele edenler mi yasal? Sormak gerek; Kim yasal?