İkinci tura kalan cumhurbaşkanlığı seçimleri Erdoğan’ın kazanmasıyla sonuçlandı. Bu “kazanma”da iktidar olanaklarının tepe tepe kullanılmasının payı, medya tekelinin rolü, tarihsel-toplumsal gericilik birikimini en hassas noktalarından kışkırtacak manipülasyonların etkisi, boyutlarını kestiremediğimiz hile ve usulsüzlüklerin yeri büyük kuşkusuz. Bakanların görevleri başında kalarak seçim çalışması yürüttükleri, mülki amirlerin AKP teşkilatı gibi çalıştıkları, özellikle Kürdistan’da halkı tehdide varacak pratikler içine girdikleri bir seçimdi bu. Dahası gözaltı ve tutuklama terörü tırmandırılarak halkla ilişki köprüleri alabildiğine daraltılmaya, korku iklimi alabildiğine koyulaştırılmaya çalışıldı. Düşünsenize ÖSO çetesinin bir komutanı oy verirken görüntülendi. Bilmem hangi ülkeden bilmem hangi ulusal kökene sahip kişiler verdikleri oyun fotoğrafını paylaşarak satın alınan oyların boyutlarının tahminin de ötesinde olduğunu gözler önüne serdiler.
Fakat belki de en önemlisi sermaye kesimlerinin emperyal hayallerine benzin taşıyan AKP’nin oradan aldığı yeşil karttır. Sadece MÜSİAD değil, TÜSİAD’a kadar tüm sermaye kesimleri AKP’nin emek yoğun sömürüye dayanan, Türkiye’yi Avrupa’nın Çin’i haline getirmeyi stratejik hedef haline getiren, işgalci yayılmacı politikalarıyla sermayenin hayallerine at koşturan AKP’yi şu ya da bu düzeyde destekledi. Her ne kadar yandaşlar iktidar olanaklarından eşitsiz biçimde yararlanıyor olsa ve “yandaş” olmayanlar buna kaş çatsa da hepsinin gördüğü ortak gelecek aynıydı. Dahası “yandaş olmayan” diye tabir edilenler de en büyük ihaleleri, destekleri, özelleştirilen katma değeri yüksek işletmeleri bu dönemde almamış mıydı? Şimdilerde hepsi yeni stratejik yatırımlar adı altında TOGG’a, silah ve enerji sanayiine sermaye yönlendirerek ve devlet desteklerinden de sonuna kadar yararlanarak yoluna devam etmiyor mu?
Bunlardan da öte “Bakın, grev mırev oluyor mu?” diyen Erdoğan onların asıl sınıf dürtülerinin seçkin temsilciliğini çoktan kazanmamış mıydı? Kendi “sivil toplumu” haline getirdiği sendikalar, sayısız tarikat ve cemaatle tasfiye edilen tüm sınıf örgütlenmeleri ve ilişkilerinin yerine “ümmeti”, “sadakacılığı” restore ederek büyük bir “hayır” işlemiyorlar mıydı? O çok laik addedilen TÜSİAD’çı sömürücüler açısından bu gerçek sadece “ah laiklik” sınırlarında vızıltı şeklinde bir tepkiyle sınırlı değil miydi? Bu sömürücü sınıfların asıl kaygılarından biri kendi çıkarlarını temsil edecek burjuva kampın toplumsal örgütlenme düzeyi, bu örgütlenmeye tüm sömürü ve yağma politikalarını kabullendirecek bir hakimiyet değil miydi? Kılıçdaroğlu’nun temsil ettiği sermaye kesimleri ve onlar adına dillendirdiği program en başta bu kesimlerin ihtiraslarına yanıt vermekten uzak değil miydi? Her ne kadar TÜSİAD’ın savunduklarıyla çakışsa da dünyanın geldiği bu aşamadaki güçler dengesi-paylaşım savaşları ve bunların sunduğu olanak-risk ikiliğinde ihtiraslara yanıt vermekten öte zamanı geçmiş bir program değil miydi?
Uzatılabilir… Kısacası saymakla bitmeyecek etmenler bu “kazanmada” büyük rol oynadı.
Bu açıdan da bu seçim, o çok kutsanan oy hakkı ve sandığın bir demokrasi yanılsamasının simgesi olduğunu bir kez daha hatırlattı.
Fakat tüm bu gerçeklerle birlikte sandıklardan çıkan sonuçlar her zaman toplumsal nabzın, örgütlülük düzeyinin, sınıflar arası ve içi güç dengelerinin o kesitteki “matematiksel” karşılığıdır bir yanıyla da. Bu matematik ise basit bir aritmetik toplamın değil, son derece kapsamlı “sosyo-politik” bir bütünün ifadesidir.
Sandığa bu anlamlardan fazlasını yüklemek, onunla bırakalım rejim-devlet tiplerini bir bütün olarak sistemin değiştirilebileceği yanılsaması yaratmak, yaratılan beklentiye denk düşecek sonuçlar çıkmadığında toplumsal direniş dinamiklerini de ruhsal olarak çökertir. Daha doğrusu, her şeyi sandığa havale etmek, toplumsal örgütlenme anlayışından giderek uzaklaşıp kitlelerle seçim-seçmenlik ilişkisi kurmak hem o kitlelerde hem de siyasi öznelerde onarılması güç kırılmalara neden olur.
Tam da bu noktada işçi sınıfı ve emekçi kesimlerin gövdeleriyle neden dinci-gerici çemberin içine sıkıştığına yönelik soruları kendimize sorma zamanıdır. İktidarın devasa bir aygıt haline getirdiği tarikat-cemaat ilişkileri kitleler ile arasındaki volan kayışına dönüşmüştür. Tasfiye edilen sosyal kazanımların yerini iktidar olanaklarıyla dağıtılan “sosyal yardımlar”, “sadakalar” almıştır. Sınıf örgütlenmesi ve mücadelesinin büyük oranda tasfiye edildiği, bunun yarattığı toplumsal bilincin yerine iktidarın organik parçasına dönüşmüş sözkonusu ağların toplumun neredeyse yarısı üzerinde oluşturduğu hegemonyanın sahici bir gerçeğe dönüştüğü koşullardan bahsediyoruz. Bu hegemonyanın siyasal-kültürel olduğu kadar ekonomik boyutlar da taşıdığı, bu bütünlüğe dayalı bir derinliği ifade ettiği bir gerçek bu.
İşçi ve emekçiler cephesinden örgütsüzlüğün, güven veren fiili meşru bir mücadele kanalı içinden dönüşmenin araçlarından alabildiğine uzaklaşmış olduğumuz bu koşullarda halk gerçekliğine küsmek, ona kibirle burun kıvırmak ya da geleceğe dair umutsuzluğa, karamsarlığa kapılmak gibi bir lüksümüz yoktur.
Karşımızdaki gerçek, unutulanı hatırlamak ve fiili meşru mücadeleyle sınıf eksenli örgütlenmeyi birleştirerek bu dengeyi değiştirebileceğimizi haykırıyor bize. Bunu yapacak kadrosal gücü, birikimi yaratmayı görev olarak önümüze koyuyor. Beklentilerin köpürtüldüğü, sandığa akıl almaz misyonların yüklendiği bu koşullarda ortaya çıkan “yenilgi” ruh haline prim vermeyecek bir seferberlik ruhunu kuşanmak bu tablonun anlaşılmasından geçiyor.
Aksi taktirde bu “çöküş” ahlâki-entelektüel bir bozulmayı tetikleyecektir. Umutsuzluğu, karamsarlığı, mecalsizliği durduğu noktadan daha da sağa savruluşu körükleyecektir. Onun için şimdi “En kötü dehşetler karşısında dahi umutsuzluğa kapılmayan ve her türden aptallığa meyli olmayan, ayık, sabırlı insanları yaratmak zorunludur. Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği” diskuruyla hareket etme zamanıdır.