“Yenidoğan Çetesi” olarak adlandırılan grubun yargılanmasına devam ediliyor. Toplumda haklı olarak öfke uyandıran bir durum var ve herkeste bir ‘asalım-keselim’ havasıdır gidiyor ama biraz sakin kalıp davanın da ötesine, arka planına bakmak gerekiyor sanırım.
Her şeyden önce adını koyalım: Bu bir ‘ceza’ değil, ‘aklama’ davası. Sanıklar elbette ceza alacak ve bence de almalı ama arada aklanan başka bir şey var. Tipik devlet aklıyla toplumdaki ‘örgüt’ fobisine oynayan savcı, bu oluşumun adını ‘örgüt’ koyarak sansasyon yaratmaya çalışsa da aslında baş sanık Fırat Sarı, yaşanan şeyin gerçek adını ortaya koyuyor: İşletme! “İstanbul’da tüm özel hastanelerde işletme var. Bu sistemi ben keşfetmedim, benden önce de vardı” diyor Sarı. Para kazanmaya, daha çok kazanmaya, daha daha çok kazanmaya endeksli özel sağlık sektörünün yıllardır kurduğu yapıyı ısrarla görmeyen devlet, şimdi ‘büyük operasyon’ atmosferi yaratıyor ama aslında sistem çok basit ve tam da Sarı’nın dediği gibi hiç yeni değil. Çok basit: Hastanelerin para kazanması gerekiyor ve bunun için ‘hastayı (ya da müşteriyi!) ayağına beklemek’ yerine rutin dışı ilişkiler ve protokollerle ‘ayağına getirtiyor.’ Adına ‘Hizmet İşbirliği Sözleşmesi’ denilen birtakım anlaşmalar yapılıyor ve ‘müşteriler’ (bu durumda çoğunlukla bebekler) kamu sağlığı ve acil servis sistemlerinin çökertilmiş olmasının da yarattığı boşluk ortamında hastaneler arasında kaydırılıyor.
Burada bir insani çürüme var mı? Evet, var. Hekimlere saygımız ve sevgimiz sonsuz ama toplum boydan boya çürürken bir meslek grubunun bundan azade olmadığı, olamayacağı açık. Sadece böyle çok riskli alanlarda değil; örneğin ilaç şirketleriyle ilişkilerde ve daha birçok alanda bir bozulma yaşandığı kimsenin meçhulü değil. Antalya’daki, Kıbrıs’taki uyduruk kongreler, mümessil-hekim ilişkileri filan biliniyor. Ama hekime vurmak, onu itibarsızlaştırmak işin en kolayı. Mesele bundan çok daha derin. Bir ucu 1980’lere ve mezarında ters dönesi Milton Friedman’a kadar giden neoliberal vahşeti, bütün kamusal alanların ve bu arada sağlığın, eğitimin ticarileştirilmesini görmeden anlaşılacak bir durum değil.
İstanbul’da azıcık uzun yol yapan herhangi bir belediye otobüsüne binin ve camdan gördüğünüz özel hastaneleri sayın. Bunu yaparken bir hesap makinesine ihtiyaç duyarsınız ve çoğunun da gerçek tıbbi standartlara uygunluğu tartışmalıdır. Çoğunluğu alt markadır ve semt polikliniğinden fazlası değildir, önlerindeki billboardlarda adı yazılan profesörleri filan da içeride arasanız bulamazsınız. Böyle yürüyor işler. Hiç uğramadıkları inşaatların projesinde imzası kullanılan mühendisler yok mu Türkiye’de? Şaşıracak ne var?
İfadesinde “Sağlık haktır, satılamaz dendiğini ancak bunun gerçeğe uygun olmadığını, özel sağlığın büyük bir yükü kaldırdığını” söyleyerek aklımızla alay ediyor Sarı ama sonra söyledikleri oldukça gerçekçi: “Sonuçta orası da bir işletme, para kazanmak istiyor.” Bir de işin başka tarafı var. Onu da Sarı yine özetliyor: “Yenidoğan gibi yerlerde personel bulmak zor oluyor. Hemşirelerin maaşlarında sorun var. Maaşlar asgari ücretin biraz üzerinde…” Yeterince açık değil mi? Üstünü biz tamamlıyoruz diyor adam, daha ne desin?
Peki, burada bir ‘suç örgütü’ var mı? Elbette var. 80’li yıllardan beri Türkiye ve benzeri bütün ülkelerde kamu sağlığını çökerterek ‘paran yoksa öl’ diyen sistemi empoze eden Dünya Bankası ve IMF’den başlayın, bütün bu politikaları uygulayan siyasal iktidarları ve onların sağlık bakanlarını şemanın en başına koyun, Yenidoğan’cılar bu listenin ta en altında bir yerde kalır. Benzetme uygunsa eğer, Fırat Sarı, büyük bir kokain kartelinin kenar mahalledeki torbacısı kadar ‘örgüt’ üyesidir. Para kazandıran bir sistem var ve adam para kazanıyor. Arada bebeklerden filan zayiat oluyor biraz ama o da ‘katlanılabilir bir maliyet’ sayılıyor! Yani ortada insanlık ve hukuk açısından bir suç var ama sistem işleyişi bakımından bir sorun yok. Bin tane uyduruk ‘tahlil’ ve ‘tedavi’ masrafı ekleyerek vatandaşın önüne astronomik fatura koyan hastane yönetimlerini hiç mi görmemişiz de şimdi “vay efendim SGK’yı nasıl dolandırmışlar” diye feryat ediyoruz?
Ama alıştık artık biz bunlara, değil mi? Alıştırdılar. Parasız, nitelikli sağlık hizmetinin mümkün olabilme ihtimalini kafamızdan silip attılar, belleğimizi kazıdılar yıllar boyunca. ‘Müşteri memnuniyeti’ için sürekli sırıtıp duran yüzler, otel garsonu kılığındaki hastabakıcılar, danışma stantlarında gösterilen yılışık ilgiler… Kamu hastanelerindeki hekimlerin de yarısını sepetledik zaten. Karşı çıkanlara birileri “defolup gitsinler” derken, birileri de bize “beton kafalı devletçi solcular” demeye başladı. Geldik bugüne!
“Verimlilik”, “sürdürebilirlik” gibi uyduruk laflar pek güzel yerleştirildi dilimize mesela. Öyle ya, koca koca devlet hastaneleri kâr etmeden, ‘kendini döndürmeden’ nasıl hizmet verebilirdi ki? Aklı başında görünen solcu iktisatçılarımız bile kamu kurumlarının ‘zarar etmesinden’ şikâyet eder oldular mesela. O kadar ki, adına ‘sosyal devlet’ denilen şeyin zaten ‘zarar eden”, “zarar etmesi gereken” bir devlet olduğunu unutturdular arada. Büyük kapitalist ülkelerin 1950’lerden sonra sosyalist ülkelerin prestiji ve kendi işçi sınıflarının baskısı arasında sıkışarak dişlerini sıka sıka başlattıkları ‘sosyal devlet’ hikâyesi aslında tam da kamu kurumlarının zararının devlet bütçesinden sübvanse edilmesi anlamına geliyordu. Hiçbir zaman söylendiği gibi ‘sosyal’ olmadılar elbette ama en azından teorik olarak kural şuydu: Kamu hizmetlerinin maliyet düzeyinde ya da altında sunumu ve burada oluşan açığın toplumun tamamından toplanan vergilerle kapatılması. Bu, kalifiye emeğin yeniden üretimi için de zorunluydu. Ayrıca emeklilik fonları da başka işlere yarıyordu. Daha sonraları bir yandan üretim sürecinin ve işçi sınıfının parçalanması ve tek kutuplu dünyanın ‘konforu’ yaşanırken, diğer yandan ‘mezarda emeklilik’ten sağlık alanının ticarileştirilmesine kadar bir türlü musibet dalgalar halinde üstümüze üstümüze geldi; ‘sosyal’ konularda şöhret yapmış kuzey ülkeleri bile bataklığa yuvarlanırken, bizim gibiler zaten çukurun en dibinde yeri aldı.
Ve şimdi buradayız. Zaten bilinen neoliberal vahşetin yanında, üstüne bir de savaş harcamaları garabetini yaşarken çöken sistem, bebeklerimizi de harcıyor artık. Ve masasında kurt heykelciği, bahçesinde dobermanı, poligonda silahıyla poz kesen bir savcı, birdenbire sağlık sisteminde ‘bir şeyler olduğunu’ (!) fark ederek, daha iki yıl önce Çapa’nın önünde hekimleri yerlerde sürükleyen polislere emir verip operasyon başlatıyor ve biz de elimize tutuşturulmuş makul büyüklükteki taşları şeytana doğru fırlatıyoruz.
Ve bunu deprem çadırlarının satıldığı bir ülkede yapıyoruz!
Fıkra bu kadar.
Komik değil ama…