Zafer Yörük
1990 yılı Ağustos ayında Saddam Hüseyin komutasındaki Irak ordusu Kuveyt’i işgal ettiğinde, İngiltere küçük çaplı bir skandalla sarsıldı. Bir danışmanından başbakana adreslenmiş bir memorandum basının eline geçerek yayınlandı. Orada, bu uluslararası krizin fırsat olarak değerlendirilebileceğini hatırlatarak, ‘kelle vergisi’ (poll-tax) başta olmak üzere kamuoyu direnci nedeniyle geri çekilmiş birçok yönetsel tasarrufu hemen yürürlüğe koymaya müsait bir iç siyasal atmosferin ortaya çıktığı vurgulanıyordu. Öyle olmadı. Dönemin başbakanı Thatcher, yıl sona ermeden önce iktidardan düştü. Ardından ABD önderliğinde başlatılan Körfez Savaşı Saddam’ı Kuveyt’ten çıkardı, ordusuyla birlikte iktidarı büyük hasar gördü; 2003’te bu kez yine ABD önderliğinde işgalle sonuçlanacak çöküş süreci başladı.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile Irak’ın Kuveyt’i işgali ve tarihsel hafızanın daha gerilerinde, 1941’de Hitler ordularının Rusya’ya saldırması arasında benzerlikler kuruldu. İki işgal hamlesinin de Batı tarafından adeta teşvik edildiği hatırlatıldı. Birkaç aydır Rus otoriteleri tarafından sürekli yalanlansa da dünya kamuoyunun özellikle ABD ve İngiltere kaynaklı ‘Ukrayna işgal edilecek’ söylentisiyle manipüle edilmekte olması bu çağrışımları doğrular nitelikte. Oysa bu tarihsel analojilerin mutlak bir sınırı var: Saddam Kuveyt’i işgal ettiğinde, küresel güçler dengesindeki değişimleri istismar etme sevdasında bir bölgesel güçten ibaretti. Hitler ise, üzerine saldırdığı Sovyetler Birliği’nin dünyanın iki süper gücünden biri konumuna ulaşmakta olduğunun farkında değildi. Günümüzde Ukrayna’yı işgal etmekte olan Rusya, yarım asır kadar sürdürdüğü ‘süper güç’ statüsü üzerine son otuz yıldır süren tartışmayı sonlandırmak üzere sahneye çıkmış görünüyor.
1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte ortaya çıkan ‘yeni dünya düzeni’ doktrini kapsamındaki ilk icraat, Saddam’a karşı yapılan Körfez savaşı olmuştu. Rusya’nın Ortadoğu coğrafyasında kadim rakibi tarafından gerçekleştirilen böyle devasa bir askeri müdahaleye seyirci kalması, güçten düştüğünün, soğuk savaşın sona erdiğinin ve ABD önderliğinde tek kutuplu bir dünyaya geçilmiş olduğunun kanıtı olarak okundu. O tarihten bugüne geçen süre içinde Rusya’nın özellikle Putin’in iktidara gelişinden itibaren parçalanma sürecini frenledikten sonra yeniden bir yayılma dönemi başlatmak için güç topladığı gözlendi. Bu güçlenme, Asya-Pasifik’te sürekli güç kazanan Çin devletiyle ittifak içinde gerçekleşti. 1990’ların ‘yeni dünya düzeni’ belli ki kısa ömrünü doldurdu ve artık yerini 2020’lerde güncellenmiş yeni sürümüne bırakıyor. 1990’dakinin tersine, bu kez Rusya işgal ediyor; ABD önderliğinde NATO ve Batı öylece seyrediyor.
Afganistan’dan çekilme fiyaskosunun üzerine gelen Putin’in Ukrayna işgali, ABD başkanı Joe Biden’ı ilk seçimlerde iktidardan düşürebilir. Öte yandan, Karadeniz’in kuzey kıyıları üzerine yoğunlaşan kamuoyu dikkati, dünyanın başka bölgelerinde, 1990’da Thatcher’a adreslenmiş o memoranduma benzer gelişmelere yol açabilecek nitelikte. Çin, Tayvan’a yürüyebilir; Mısır ve Sudan zaten Tigre ile başı dertte olan Etiyopya üzerine yüklenerek Hedasi Barajı projesini yok edebilir; Suudi Arabistan Yemen’e yeniden saldırabilir; Rus takviyeli Başar Esad güçleri İdlib bataklığını kurutma fırsatı yakalayabilir; İsrail ise Gazze ötesinde Lübnan ve Suriye’ye uzanan yeni bir sefer başlatabilir; ve tabi ki Erdoğan rejimi Rojava’ya saldırabilir. Erdoğan, durumu iç siyaset için de bir fırsata dönüştürerek Rusya-Ukrayna savaşını iç kamuoyuna ekonomik buhranın, enflasyonun ve enerji krizinin başlıca müsebbibi olarak satmaya da girişebilir.
Bu ‘fırsatlar’ bir yana, Ukrayna işgalinin Türkiye devlet yapısı içinde yeni bir Avrasyacı-Natocu çatışmasına yol açması muhtemel. ‘Rusya’dan da Ukrayna’dan da vazgeçemeyiz’ retoriğinin sürdürülemez hale geldiği ve cümlenin iki tarafının birbirine savaş ilan etmenin eşiğine geldiği gözleniyor. Bu çatışmanın, Biden’ın ‘otoriter rejimlere karşı demokratik cephe’ temelinde yeni bir küresel kutuplaşma tahayyülü ile örtüşerek Erdoğan ile muhalefet bloğu arasında ABD’ye kendini beğendirme yarışına yol açtığı da kısa sürede görülecektir. Meral Akşener’in S-400 savunma sistemlerinin eleştirisiyle bu yeni mücadelenin ilk kurşunu atılmış bulunuyor.
Bir ülkenin hangi gerekçeyle olursa olsun komşusunun topraklarını işgal etmeyi kendine hak görmesinin savunulacak hiçbir yanı bulunmuyor. Tarihçi düşünür Yuval Noah Harari, Ukrayna işgalini insanlık tarihinde bir dönüm noktası olarak değerlendirerek şunları söylüyor: ‘İnsanlığın en büyük siyasi başarısı, savaşların azalması olmuştur. Bu başarı artık tehlike altında.’ 1932’de, benzer bir tehlikenin yaklaşmakta olduğunu sezen Albert Einstein, Sigmund Freud’a yazdığı bir mektupta savaşları önlemenin bir yolu olup olmadığını sormuştu. Freud’un yanıtı kötümserdi. İnsanlığın sorunların çözümü için şiddete başvurmasının bir prensip olduğunu, yıkıcı ve saldırgan eğilimlerin engellenemeyeceğini söylüyordu. Bu kötümserliğine rağmen Freud, ‘içgüdüsel yaşantımıza hakim olma eğilimi gösteren zekanın güçlendirilmesi’ ve kültürün gelişmesi sonucu saldırgan dürtünün ve dolayısıyla üzerimize dayatılan savaş çağrısının boşa çıkmasına yol açabileceğini de savundu. Öte yandan, barış çabalarının hemen sonuç vermesi beklentisine karşı bir uyarıda bulunmayı ihmal etmiyordu: ‘Bu çabalar, çok yavaş öğüten bir değirmeni hatırlatır; o kadar yavaş öğütür ki un hazır olmadan herkes açlıktan ölür.’
Savaş, şiddet ve açlık hep birbirini çağrıştırıyor. Umut edelim ki insanlığın kolektif zekası, o unun öğütülmesini bekleyecek kadar sabretmeye yetsin; Freud da Harari de öngörülerinin çürütülmesinden fazlasıyla memnun olacaklardır.