Suç, suçlu, ceza…
Son yıllarda hayatımıza yoğun eklenen birkaç tema…
Geçtiğimiz hafta Füsun Üstel’in “Mahkum Vatandaşın İzinde” dersinde, İstanbul Tabib Odasında, bir araya geldik. Prof. Dr. Füsun Üstel; barış istediği için iktidar ve yandaşları tarafından suçlanan, “suçlu” ilan edilip, cezası kesilen, üniversitedeki araştırmalarından, eğitim ve öğretim görevlerinden uzaklaştırılan, uzaklaşmak zorunda bırakılan, ağır ceza mahkemelerinde yargılanan yüzlerce araştırmacıdan/ akademisyenden biri. Füsun Üstel’i tutuklu olmaya mahkum eden “cezası” geçtiğimiz haftalarda onaylandı.
Hatırlarsanız; Kürt halkının ağırlıklı yaşadığı Sur’da, Cizre’de, vd. yerlerde halklara yapılanlara, devletin, yürütücüsü iktidarın uyguladığı savaşa karşı çıkarak, barış içeren -Bu suça ortak olmayacağız- bildirisi imzalayarak düşüncelerimizi açıkladığımız için suçceza sarmalına alınmıştık. Halkların eşit ve özgür yaşamasını istemek linç sarmalına alınmamıza yetmişti. Bu sarmala alınanlardan biri Füsun Hoca. Dersinde Osmanlı döneminden başlayarak ulus devlet döneminde vatandaş olma hallerini tarihsel politik süreç içinde aktardı.
Makbul vatandaştan, sorumlu vatandaşa ve mahkum vatandaşa geçiş sürecinin devletin yapısındaki dönüşüme bağlı olarak nasıl şekillendiği dinledik. Bu politik dönüşümü izlemeye gelen bizlerin oluşturduğu armoni ise, sistemin saldırgan hukuksuzluğuna karşı dayanışmayı ve farklılıklarla bir araya gelişin yansıması idi. Makbul Vatandaşın İzinde başlıklı kitabından yola çıkarak anlattığı dersini dinlerken makbul vatandaş olmamanın huzuru içindeydik çoğumuz.
Sistemi destekleyen, sorgusuz kabul eden makbullükten, yapılan haksızlığa karşı olmanın sorumluluğuna geçen, sonunda da bu suçu nedeniyle cezayı “hak” eden mahkum vatandaşa ulus devlet mekanizmaları içinde gelivermişiz. Zormuş vatandaş olmak. Sorumluluk istiyor.
Devlet ne yapsın milyonlarca “suçluyu” idare etmek zor. Devlet açısından suçluyu tanımlamak kolay; cezası da sabit; makbul olmayan mahkum oluyor. Bir kere değil ömür boyu.
Barış isteyen, “suçlu” Hakları ihlal edilenlerle dayanışan, “suçlu”, eşit ve özgürlük için siyaset yapan, “suçlu”, Yüzlerce yıllık patriyarkal sistemin yıkılması için, “kutsal aile-devlet” kavramına karşı kadın mücadelesini yükselten, “suçlu”, Bunlar için örgütlenmek, örgütlenen zaten “suçlu”.
Kadınlar suçlu, çocuklar, gençler sorgulayan oldukları, potansiyel “suçlu” oldukları için “suçlu.”
Cezaları mı? O iş; devletin/ sistemin, sistemi yürüten erkin, iktidarın işi. Bir ülkenin cezaevleri doluysa, sistemin işini ne kadar “iyi” yaptığını kanıtlıyor. Ülkemizde durum böyle; devlet halkını koruyacak, eşit ve özgür yaşamı sağlayacak sorumluluğu almak, yürütmek yerine, suç ve ceza ile halkları yönetmeyi seçmiş durumda. O devletin organları da ulus devlette yaşayan halklara karşı sistemin egemenliğini/ bekasını yürütmeyi üstlenmiş durumdalar.
Halkların özgürlüklerini yok ede ede işlevini yerine getirmekte. Kullandıkları uygulama araçları saymakla bitmez. Şiddet, istismar, baskı, savaş, yasaklar (sokağa çıkma, toplu yürüme, barış isteme, itiraz etme, izinsiz konuşma), torba kanunlarla bunların işlev kazanması (KHK, OHAL), Terör örgütü tanımlama, savaş tezkereleri, demokrasi oyunları oynama (seçim yapma ve yok sayma, halkın iradesini tanımama, seçilmişlerin haklarını gasp etme, mazbatası verilmeyen HDP belediye eşbaşkanlarından seçilmiş tutsak DBP eşbaşkanlarına, HDP’nin vekillerine eş genel başkanlarına kadar iradenin tutsak kılınması) bu uygulamaların meşrulaştırması, ritüel haline dönüştürülmesi. İktidar sarsılıyor, devlet bir ileri bir geri gidiyor.
YSK karar veremiyor 7 Haziran’da olduğu gibi seçimleri yenilesin mi yenilemesin mi, KHK’liler seçsin ama seçilmesin, makul, mahkum vatandaşlara kısıtlıları eklesin mi eklemesin mi? Bu arada dayanışmaya bir ayar verilmeli. HDP’lilere dikkat naraları her yerden yükselmekte. Dikkat etsinler çünkü bizler hiç makbul olmaya çalışmadık. Adına her ne diyorsanız evlerimizin içine kadar girmiş bu sistemi egemen kılmayacağız.