Madde somut, ruh ise soyuttur. Birinin varlığını görerek, diğerinin varlığını ise hissederek algılarız. Somut olan ‘kör gözüm parmağına’ bir gerçeklikle orta yerde durur. Oysa soyutu algılamak için özel bir duyarlılık gerekir. Hissetme duyusu olmayanlara, kısaca hissizlere soyutun değerini anlatmak veya deveye hendek atlatmak benzer şeylerdir.
Örneğin kentlerin rant potansiyeli somut bir veridir. Sulukule’yi önce insansızlaştırmak, yüzyıllar boyunca orada yaşamış olan Çingene halkını yerinden etmek, ardından TOKİ yapılarıyla soylulaştırılmış semti peşkeş çekmenin maddi bir karşılığı var. Para kokusuna hassas burunlar, bu karşılığı hissettikleri andan itibaren önlerine çıkan her engeli yıkarak aşma dürtüsüyle hareket ederler. Bu edim, yerine ne koysa da, ancak yok ettikleriyle anılır. ‘Pendik’te çok modern bir tren istasyonu inşa ettik’ bahanesi Haydarpaşa veya Sirkeci garlarının çalınmış olduğu gerçeğini örtemez. Keza şişirile şişirile bir türlü bitirilemeyen Galata port projesi de Yolcu Salonu’nun kaşla göz arasında yok edilişini meşrulaştıramaz. Gar lokantası veya Liman lokantası gibi yapıların duvarlarına sinmiş yaşanmışlıkları, ancak oralara yolu düşenler bilecektir. Kapitalist modernitenin adeta tapınakları haline gelen AVM’lerin tümünü yan yana getirseniz bile bir Emek Sineması’nın ifade ettiği değere ulaşamazsınız. Lakin bunun için hiç değilse o salonda birkaç kez film izlemiş, o büklümlü saten perdenin yukarıya doğru katlanarak açılmasını hayranlıkla izlemiş olmak, fuaye girişinde biletinizi yırtan görevliyle selamlaşmış olmak gerekir.
Kentin kimliği, hafızası, ifade ettiği değerleri yok sayan anlayışın son hedeflerinden biri de TRT İstanbul Radyosu veya şehrin hafızasındaki adıyla Radyoevi oldu. Kuruluş yıllarında yayınların tümüyle canlı yapıldığı o taş binanın stüdyolarındaki yaşanmışlıklar hoyrat bir kararla yok edilecek, buna da kentsel dönüşüm, depreme dayanaksız veya ekonomik ömrünü tamamlamış binanın yıkılması denecek. Ne tuhaftır, aynı Radyoevi 27 Mayıs, 12 Mart veya 12 Eylül gibi Türkiye tarihinin utanç günlerinde, omzu bol sırmalı zevatın merdivenlerini hızlı adımlarla tırmanıp mikrofonlarından lanet ihtilallerini duyurmaları ile de bir simgeydi. O simgeyi de kaybedeceğimize üzüleceğimiz aklımıza gelir miydi?
Kent hafızasının bir değer ifade ettiği şehirlerde binaların ekonomik ömrü diye bir kavrama rastlanmıyor. Bir Parisli için Gar de Lyon’un veya Gar de Norde’un, Almanya kentlerinde yaşayanlar için Bahnhoff’ların şehir dışına taşınacağı iddiası inanılır şey değildir. Böylesi duyumlar olsa olsa ‘Zeitung’ haberi olarak algılanırlar. Louvre müzesi veya Milano operasının ekonomik ömrünü tamamlaması kadar gülünç ifadeler ancak bizdeki rant kokusu alma yeteneği gelişmiş muktedirlerin akıl edeceği sözler olsa gerek.
Meselenin bir diğer boyutu da yıkmanın dayanılmaz cazibesinin sadece rant kavramıyla sınırlı olmadığı gerçeği. Yüzlerce yıllık tarihi hafızasıyla Diyarbakır’ın Sur ilçesini tank ve top atışlarıyla yıkmak için UNESCO’nun dünya kültür mirası listesine girmesini beklediler. Belli ki tarihi değeri tescillenmiş bir yeri yıkmanın tatmini daha da büyük oluyor. Sonrasında aynı yeri TOKİ marifetiyle ıslah edip ‘Toledo yaptım’ demenin gururunu her fani anlayamaz, özel yetenek gerektirir. Taliban’ın Afganistan’ın Baniyan kentinde 2400 yıllık bir geçmişe sahip Buda heykellerini patlayıcılarla yok etmesinin de rantla bir ilgisi olmasa gerek.
Kişisel mülkiyet olduğunda yıkılmaya yüz tutmuş yapıları dahi birinci, ikinci veya üçüncü dereceden tarihi eser diyerek tescil eden, bir çivi dahi çakılmasına izin vermeyen devlet, söz konusu kamu binaları olunca bu hassasiyeti yitirip, anıtsal özelliği olan binaları hoyratça yok edebiliyor.
Bu fütursuzluğun dayanağı ise toplumda kentlilik bilincinin bir türlü kök salamaması, insanların kendisine de ait olana sahip çıkacak iradeden mahrum olması. Hiç kimse Emek Sineması’na sahip çıkmaya çalışan bir avuç duyarlı aydının mücadelesini toplumsal direniş olarak sunmasın.