Başlıktaki çağrı bana değil İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya ait. Hafta başında Aile içi ve Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Değerlendirme Toplantısı’nda konuşan Soylu erkek şiddeti yüzünden hayatını kaybeden kadınları sayılardan ibaret gördüğü konuşmasında erkek bireylere de böyle seslenmiş: “Geçen yılın ilk 10 ayındaki can kaybı 308’di, bu yıl 234. Yüzde 24 bir azalma var ama bizim için 1 sayısı da fazla. Buradan erkeklere sesleniyorum. Kendinize gelin. Fiziksel olarak güçlü olabilirsiniz. Böyle bir ayıp olur mu?”
Bu yazı 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde kaleme alınıyor. Yazı gazeteye doğru yola çıktıktan birkaç saat sonra Türkiye’nin onlarca kentinde binlerce kadın alanlarda buluşacak. Kadıköy’de bir duvarda da yazdığı gibi “ne koca şiddeti ne baba hiddeti ne patron sömürüsü, kadınların tahammülü yok” diyecekler. Çünkü hepimiz kadınlara yönelik erkek şiddetinin bir ayıptan fazlası olduğunu biliyor, olayı sadece fiziksel güçle değil hava gibi etrafımızı saran patriarkayla açıklıyoruz.
Kadınların isyanını ve cüretini bu satırlarda selamladıktan sonra bugünün konusuna gelelim. Geçen hafta AKP saflarında şiddeti tek dert eden Soylu değildi. AKP grup başkanvekili Özlem Zengin de işçilere yönelik polis şiddetini anlaşılır bulmadığını söylüyordu. Ne tesadüf ki Zengin’in açıklamasının muhatabı da kolluk güçlerinden sorumlu bakan Süleyman Soylu’ydu.
Ermenek’deki maden işçilerinin karşısına dikilen jandarma ve polis, Gebze’de sendikalaştıkları için işten atılan, ücretsiz izne çıkarılan ve bu yüzden Ankara’ya yürümek isteyen DİSK’e bağlı Birleşik Metal İş Sendikası’nın üyelerine ve yöneticilerine yönelik polis saldırısı en taze olanlar. Meclis’te farklı torba yasa düzenlemeleri ile kıdem tazminatından iş güvencesine emeğin hakları eritilerek yok edilmek isteniyor. Bunlar olurken işçi emekçi eylemlerine yönelik baskı ve şiddet derinleşen ekonomik yıkım karşısında da birden çok amaca hizmet ediyor.
Bizzat Tayyip Erdoğan tarafından “acı reçete” olarak tarif edilen önlemler elbette emekçilerin geçim ve çalışma koşullarının zorlaşacağı anlamına geliyor. IMF patentli acı reçetelerden çok çeken Türkiye emekçi halkları bu benzetmenin anlamını çok iyi biliyor. Elbette acı reçetenin uygulanabilmesi için her türlü itiraz sesinin boğulması gerekli.
Fakat işin bir de mesaj yanı var. Son aylarda patronların aleni bir biçimde yasaları çiğneyerek ücret veya sendikalaşma hakkını gasp ettiği direnişler hedefte. Olağan koşullarda işveren tarafını cezalandırması gereken “yasa yapıcı ve düzenleyici” devlet ise var gücüyle haklı olduğu davalarda seslerini duyurmayı hedefleyen emekçilere saldırıyor. Böylece patronlara da bir mesaj vermiş oluyor. Siz çalışanlarınıza haksızlığı hukuksuzluğu reva görseniz bile biz sizin yanınızda saf tutacak, onları bastırmak için uğraşacağız.
Çünkü kriz derinleşirken AKP de kendi ittifak cephesinde tahkimat yapmak zorunda. Anketlere göre toplumsal desteğini kaybeden AKP son yıllarda izlediği popülist ekonomi politikaları ile Türkiye’yi hızla dibe doğru götürüyor. İktidar kitle desteğini de sermayenin desteğini de eşzamanlı olarak kaybediyor. Bu koşullarda sermaye cephesi ile güven tazeleyici bir yol tutturacağı açıktı. Merkez Bankası başkanı ataması ve Damat Bakanın “görevden affı” uzun süredir maliye politikalarında rasyonalite, şeffaflık ve mali kurumların özerkliği gibi talepleri dile getiren yerel ve uluslararası sermayeye uzatılmış bir uzlaşı eliydi. AKP kriz karşısında ayakta kalabilmek için patronlarla işi şansa bırakmak istemiyor. Ve bu tercihin bedeli de hukukun ve insani çalışmanın moral duvarlarını yıkarak ilerleyen patronlara destek olmak.
Bu koşullarda kendinize gelin çağrısı AKP’nin muhtemelen kendi kendine yinelediği de bir çağrı. Birbirlerine iktidarı kaybetmemek için ellerindeki her türlü imkânı kullanmaktan geri durmamaları gerektiğini tekrarlıyorlar sanırım.