Son yazıdan bu yana, araya zaman girdi. Zaman, başımıza geliverdiklerinde bizi teslim alan, hayatın istesek de, istemesek de önceliklerini ve ritmini belirleyen zorunluklarla doluydu. Bunların da değerli, çünkü hayata başka bir açıdan bakmamızı sağlayan süreçler olduğunu söyleyip konuyu burada kapatalım.
İki seçim vakasının tozu dumana kattığı o günlerde fırsat bulup yazı yazacak olursam, “kimsesizler mezarlığı” ile başlamamı kaçınılmaz kılan bir haber vardı aklımda. 2016’daki özyönetim direnişleri sırasında, belki “bölgede” karşılaşmış olabileceğim birine ilişkin, konuşmuş olabileceğim, çay içmiş olabileceğim… Ya da hiç karşılaşmamış olduğum, ama çok iyi tanıdığım biri. İsmi Vakas ama Çekdar diye anılıyor. O günlerde öne çıkmış kadrolara yapıldığı gibi infaz edildi. Okuduğum twitte 7 yıl sonra kimsesizler mezarlığında bulunup köyüne defnedildiğini yazıyor. Yine twitten anladığım kadarıyla herkese dokunan biri, o yüzden boşluğu da dolmamış olmalı. Fotoğrafına bakınca gözlerinde bir geçicilik görüyorum, sanki pek az yaşayacağını biliyor.
Seçimlerin zihnimizi biçimlendirdiği o bir iki aylık hararetli sürece rağmen bu haberin yarattığı duygu içimden hiç eksilmedi. Tam tersine içimde her şey, beni şimdi burada olmayanlardan yardım istemeye zorluyordu. Sanki burada, aramızda olmayan bütün yoldaşlarımız yalnızca geçmişimizde kalmayan geleceğimizde de hakkı olan yoldaşlarımız, zihnimde her zaman durdukları yerden fazlasını talep ediyordu. Bu duygunun ne anlam taşıdığını yavaş yavaş anladım.
Evet bir kayıp var. Seçimi değil çok daha büyük bir şeyi kaybettik. Bu, depremde tırnakla enkaz kazanların, hayatlarını halkın siyasi özne- kurucu özne olması için çekinmeden ortaya koyanların, yine aynı insanlardan oy isteme derekesine düşmelerinin yarattığı kayıp.
Saray rejiminin on binlerce insanı diri diri gömdüğü deprem adı verilen katliamdan sonra içinde bulunduğumuz hali “şifasız” olarak tanımlamış ve bunun devrimci anlam taşıdığını yazmıştım. Şimdi düşünüyorum. Nasıl izin verdik o “şifasızlığın” bedenlerimizden çekilmesine. Nasıl razı olduk, tırnakla enkaz kazmanın kutsal mertebesinden (kutsallık kelimesini çekinmeden kullanıyorum) oy istemenin, gösterişli seçim performanslarının öznelik halini göz göre göre kaybettirdiği hale düşmeye… Seçim performanslarımızı hastane kapılarında aslında basbayağı utanarak izlerken bunlar aklıma takılıyordu. Bu görevi üstlenmiş arkadaşlar cansiperane çalışırken, katkım olmadığı için üzülüyor, bir yandan da o utanç duygusundan kurtulamıyordum. Bir yolu var mıydı bilmiyorum, ama aramadığımızı biliyorum. Ve bir yere mim koyacaksam bu aramama, razı gelme haline koyuyorum. O duyguyu, bedenlerimize yerleşen, ama taşıdığı olanaklarla birlikte kaybettiğimiz şifasızlık duygusunu yerine koyma imkânı var mı? Bence yok. O bize ölesiye acı veren bir “armağan”dı. Ama armağandı. Herkesin kolayca kayıp, kazanç, yenilgi sözlerini sarf ettiği bu süreçte, büyük kaybımız bu. Şimdi, yaralanmayı da göze alarak dünyaya kendimizi açarken bu kaybı nasıl telafi edebileceğimiz sorusuna yanıt arayacağız.
Adlandırmalar
Yaşadığımız sürecin çeşitli siyasi aktörlerce (bunların bir kısmı direniş içinde yer almaktan ziyade kendilerine saygıyı hak etmeyen bir akıl hocalığı rolü benimsemiş durumdalar) hızla adlandırılmaya çalışılması beni adlandırma kavramı ya da edimi üzerine düşünmeye zorladı.
Politik insanlar, örgütler bir süreci neden adlandırırlar? Uzun ya da kısa vadeli stratejik hedefleri, olası çıkış yollarını, bulunulan zeminin kısıtlarını ya da olanaklarını değerlendirdikten sonra. Bu yapılmadan adlandırmanın anlamı olabilir mi? Adlandırmanın siyasi, insani toplumsal sonuçları ve bir sorumluluğu vardır. Bir süreçte baktığımızda kişisel veya toplumsal duygular, toplumsal olgular, olaylar, düşüncelerden oluşan bir karmaşa görürüz. Bizim de içinde bulunduğumuz bir yekundur bu. Tanımaya çalışırız, tanımak adlandırmanın ilk adımıdır. Tanımak bir siyasi insani çaba gerektirir. Çünkü düzenin temsil mekanizmalarının, her türlü dilsel görüntülü manipülasyonun çarpıttığı bir hayat sürerken, toplumla, halkla ilişkimiz büyük ölçüde bu temsil mekanizmalarının dolayımından bize ulaşanlara indirgenmişken “şeyler” kendi kılıklarında görünmezler. Onları tanıyamayız. (Gezi direnişini ilk anda tanıyamama halini hatırlatayım.) Adlandırma ise bence son karar anıdır. Halbuki seçimin ardından okuduğum bazı yazılarda, sırtında yumurta küfesi olmamanın rahatlığını taşıyanlar süreci hızla adlandırmaktan çekinmediler. Örgütler ve siyasi yapılar elbette daha temkinli ama yine de bu durumdan azade sayılmazlar.
Toplumun hatırı sayılır bir kesiminin an’da bulunduğu ve terk etmeye de niyeti olmadığı siyasal düzlemi ve içinde bulunduğumuz momenti nasıl değerlendirebiliriz. Sayısız direnişi, iç içe geçmiş binlerce küçük süreci deneyimleyerek geldiği, hakikaten pespaye bir vitrin görüntüsüne rağmen “diktatörü göndermek mümkün” duygusunu yarattığı, çok zor koşullarda bir hedefte ortaklaşmayı başardığı, demek ki siyasi hafızasının, kelime haznesinin, duygusal yapısının, akla gelen gelmeyen, günlük ya da değil “varoluş halinin” ister istemez farklılaştığı, genişlediğini düşünürsek bu kesimin siyasi ve toplumsal olarak taşıdığı değer “kendinden fazlasına” işaret ediyor. Ve kolayca yapılacak hiçbir adlandırmaya sığmıyor. Peki büyük olasılıkla yeni siyasi liderleri ve kadroları bağrında taşıyan, yakıcı sorunların karşısında direnmeye devam edecek ve birçok kişinin de umut bağladığı bu toplumsal yoğunluğun kendiliğinden bir çıkış yaratmasına bel bağlayabilir miyiz? Bu yekunun içindeki kayda değer milliyetçilik ve mülteci düşmanlığını, demokratik değerlere aykırı onca inanç ve düşünceyi yok sayabilir miyiz?
Öznelik hallerinin bizzat muhalefet tarafından yok edildiği, (bizim de dahil olduğumuz) zaptu rapt altına alınmaya çalışıldığı, oy vermeye indirgendiği bir ortamda, bu toplumsal kesimlerin öznesi olacağı, meşru ama meşruiyetini kurulu düzenden değil, bu rezil ve vahşi düzenin karşısında olmanın verdiği onur, erdem ve evet üstünlük halinden alacak kanallar, nehirler, göller yaratma görevi var önümüzde. Yalnız aktığımız, taştığımız değil, usul usul biriktiğimiz yerlere de ihtiyacımız var. Yerleşmeye ihtiyacımız var.
Karşılaşmalar
Bir diğer “tanıma” sorunu da Saray rejimine bunca yoksulluk ve zulümden sonra oy verenlerle ilgili olarak ortaya çıkıyor. Vitrini ve çete mensuplarını bir yana koyalım. Ancak insanların hayatlarıyla ilgili kararların seçimlere ve oy vermeye indirgendiği bir ortamda, oy vermekle, günlük hayatta her an karşımıza çıkacak çeşitli durumlarda, tavır alma, davranma, bulunma hali arasındaki açı kayboldu. Bu açının kaybolması aynı zamanda bir siyasi zemin kaybına işaret ediyor. Bunun da ötesinde önümüzdeki sürecin olanaklarını sezme konusunda, istatistiklerin, kamuoyu araştırmalarının, anketlerin, yadsınamaz ve değiştirilemez korkunç bir hüküm gibi üzerine indiği bir hale, bir görüş darlığına neden oluyor.
Şimdi, bu açıyı öncelikle siyasi kadroların zihninde yeniden yaratmak, kaybı telafi etmek, hayatın her anında ve alanında çatışmalar kadar uzlaşmalara, beklenmedik dönüşümlere açık olacak siyasi, insani karşılaşma zeminlerini yaratmaya gayret sarf etmek gerekiyor. Karşılaşma zeminlerini, elbette sınıf mücadelesini en başa koyarak ama “üslup” olarak dolayımdan ve yaygın temsil mekanizmalarının yarattığı çarpıklıktan olabildiğince azade, yani hakiki beşeri zamana yayılmış temas halleri olarak tanımlıyorum. Birçoklarının insani diye nitelendireceği, bana göre alabildiğine siyasi olan ve olması gereken karşılaşma zeminleri. Siyasi ve insani eşitler ve siyasi muarızlar olarak karşı karşıya, yan yana gelme cesaretini gösterecek, demek ki dünyanın ta kendisi olmaya aday olanların yaratabileceği karşılaşma zeminleri. Karşılaşmalara bu türden temasları yaratabilecek yerel örgütlenmelerden, grev, direniş, karşı koyma araçlarını da içeren (grev ve direnişlerin sadece karşı koyma, hak arama değil, değişim ve dönüşüm olanaklarını taşıyan araçlar olduğunu unutmadan) ama onu aşan bir anlam yüklüyorum. Her şey ve herkes “kendinden fazlası” olmak zorunda. Kendinden fazlası olmaya zorlayan şey, etrafımızda. Beş duyunun beşini de yaya bırakan bir hakikat olarak orada.
Kendimizle bizden fazla olan şey arasındaki o mesafeyi, kimsenin yabana atamayacağı tarihimizle, şimdi burada olmayanların anı olmayı hak etmeyen varlıklarıyla, mücadele ve direniş geleneğimiz, azmimizle ama en çok da dünyanın ta kendisi olma arzusuyla dolduracağız.