1 Mayıs 2024’ü geride bıraktık. Bir kez daha dünyada ve coğrafyamızda işçiler, emekçiler sokaklara çıktılar; en yakıcı taleplerini gündemleştirmeye çalıştılar. Kürt coğrafyasında bu yıl Batman ve Van, bölgesel mitinglerle dikkat çekerken, Dersim’deki miting de oldukça başarılı geçmiş görünüyor.
Batı cephesinde ise onlarca kentte 1 Mayıs gösterileri yapılırken, şüphesiz İstanbul ve Taksim odak noktasıydı.
Nisan ayının ortalarından itibaren öncelikle DİSK’in ve KESK, TTB, TMMOB dörtlüsünün Taksim’i dillendirmesi, başka bir başvuru yapılmayacağını açıkça ilan etmesi, doğrusu birçok insanda genel bir umut yaratmıştı. Yıllardır Maltepe gibi ucube alanlarda sönük, içi geçmiş 1 Mayıslara tanık olan emekçiler ve devrimciler, bu kez kitlesel olarak Taksim’in zorlanma olasılığını olumlu değerlendirerek hazırlıklara giriştiler. İktidarın buna güzellikle izin vermeyeceği zaten biliniyordu ama her yıl çeşitli devrimci güçlerin küçük gruplar halinde yaptığı denemeler yerine bu kez toplu bir yüklenmenin sonuç alamasa da ciddi bir potansiyel yaratacağı fikri gerçekten de cazip görünüyordu. Ancak, Türkiye sendikal hareketi üzerine deneyim sahibi olan herkes, bir yandan da endişeliydi; çünkü bütün o söylemlerin ardında birtakım ‘arka-kapı’ görüşmelerinin yattığı, özellikle DİSK yönetiminin emekçilere ve halka güven üzerinden değil, bu ilişkiler üzerinden iş yürüttüğü tahmin ediliyordu. Nitekim alana fotoğraf çektirmeye gelip ‘Saray’ görüşmesine üstü başı kirlenmeden gitmek isteyen Özgür Özel’in “İnsanların buraya toplanması da bir iradedir” gibi laflar etmesi, manzarayı özetlemişti. Devrimcilerle mesafeli durmayı ilke edinen ve ikbalini CHP’de arayan DİSK yönetimi, görüldüğü kadarıyla Saraçhane aksiyonu planlamıştı; öyle ki, kazara Taksim kapısı açılsa alana yetecek bir ses düzeni, konuşmacılar, sanatçılar programı bile yoktu. Daha kötüsü, Taksim’e gidemeyip süreci bir Saraçhane Mitingi’ne dönüştürecek hazırlık bile söz konusu değildi. Saraçhane’ye gelmek, birkaç diplomatik yol aramak, olmuyorsa çekip gitmek… Plansa eğer, plan bundan ibaretti.
Bütün bunların çoğunu bilen, hisseden devrimci güçlerin, mücadeleci emek örgütlerinin, bu tahminlerine rağmen Beşiktaş’ı iptal ederek yönünü Saraçhane’yi çevirmesi doğru bir adımdı. Bunu tercih etmeyen devrimci güçlere saygı duyarım tabii ki ama küçük gruplarla deneme yapmak yerine Taksim kararı açıklamış bir organizasyonun arkasına dikilmek ve ‘nereden inceyse oradan kopsun bakalım’ demek, bana göre kötü bir politika değildi.
Sonuç, beklendiği gibi oldu. Saraçhane “izinsiz” bir miting alanı olduğu halde Yenikapı istasyonunu açan, yola arama noktaları koyarak adeta ‘normal’ bir davranış sergileyen devlet, gerçek yüzünü ise Bozdoğan Kemeri’ni kale gibi kuşatarak ortaya koydu. İstanbul’u bilen herkesin farkında olduğu gibi, her gözüne TOMA yerleştirilen, önüne arkasına saf saf polis dizilen o kemer, açık şiddet araçları kullanılmadan elbette geçilemezdi. Polis de zaten ‘geçirmeyin’ talimatını almıştı ve onun ötesini pek denemedi. Kimse saf değil. Herkes bunu biliyordu. Ama mesele, emekçilerin iradesi meselesiydi. Taksim’i zorlamak, kapıyı tutanlara “ben bi’ arkadaşa bakıp çıkıcam” mantalitesiyle yapılabilecek bir iş değildir; “Taksim’e yürüyeceğiz” sözü, tam olarak, somut olarak “Taksim’e yürüme” fiilini ifade eder. Yürürsün yürüyemezsin, o ayrı ama sözün anlamı budur. Kendisini üyelerinin ‘ebeveyni’ zanneden bürokratların “insanlarımızı ezdirmek istemedik” sözü burada bir anlam ifade etmez. Saraçhane toplanmasının en kıymetli yanı, binlerce emekçinin, solcunun, sosyalistin, hatta CHP tabanının bile oraya bu toplanma ve ısrarın izinli olmadığını bilerek gelmesiydi. İnsanlar bunu bilerek gelmişlerdi ve belki ‘her şeye’ değil ama en azından belli bir süre direnmeye de hazırlardı. Mensuplarını iş cinayetleri ve işyerindeki baskılara karşı korumakla görevli olan sendikaların bu ‘koruma’ kaygısını alanlarda ‘sorumluluk’ adı altında rasyonelleştirmesi düşünülemez. İnsanların gaz yemeyi isteyip istemediğini tahmin etmek senin işin değil; senin işin mümkünse öne çıkıp üyelerinin yiyeceği gazın miktarını azaltmaktır.
Bütün bu manzaraya karşın, orada toplanmış olan insanları “bir defalığına” bir Saraçhane Mitingi’ne ikna etmek de mümkündü belki. Evet, kötü bir seçenekti bu ama belki mümkündü. Ancak solcular, devrimciler, Kürtlerle temas kurmamaya yemin etmiş olan, yıllardır 1 Mayıs işlerinde kimseyi takmayan DİSK yönetiminin bunu yapması mümkün değildi artık, böyle bir niyet de yoktu zaten. Ve sonuçta yapılabileceklerin en kötüsü yapıldı ve uyduruk bir anonsla “eylem bitti, herkes evine” denilirken, bununla da yetinilmeyip el megafonlarıyla bir gözü barikata yüklenen devrimcilerde olan işçiler adeta bir çoban edasıyla toplanmaya çalışıldı. Ne bir talepler manzumesi, ne asgari ücret meselesi, ne bir 1 Mayıs bildirisi, ne bir kürsü konuşması… Sıfır!
En kötüsü ve bana göre en yüz kızartıcı olanı ise, aynı saatlerde yerlerde sürüklenerek gözaltına alınan çocuklarımız üzerine anons aracının tek bir cümle kurmamasıydı. Geçmişte Maltepe’de ve başka yerlerde yapılan o beğenmediğimiz mitinglerde bile gösterilen bu nezaket bile telaşla alanı tek eden sendika bürokratlarının aklına gelmemişti. Bu basit bir şey değildi; devrimci güçlere nasıl bakıldığının göstergesiydi.
Netice olarak, umutsuzca da olsa defalarca Bozdoğan barikatına yüklenen emekçiler, devrimciler, elbette bu sağlam kurulmuş barikatı aşamadılar; aşamazlardı zaten. Ama iki şey önemliydi. Birincisi, şüphesiz bu kitlesel ısrarın kendisiydi. İkincisi ise, bu kez yapılanın sadece üç-beş kişilik toplulukların işi olmaması, bu durumdan hoşlanmayan işçilerin, CHP tabanından insanların alanı DİSK’in hızıyla terk etmemesi, uzun süre oralarda kalıp, hatta katılıp direnişe meşruiyet katmasıydı. ‘Bir avuç provokatör’ tablosu değildi bu sefer izlenen.
Sonuçta, evet, devletin barikatı aşılamadı ama bu sendikal anlayış artık aşılabilir hale geldi. “Biz aslında geri çekilmedik, protesto ettik ama siz anlamadınız” gibi mizahi yaklaşımlar, gelecekte sahiplerini çok sıkıntıya sokacaktır.
Bu arada bir parantez açarak söylersem, ki söylemezsem içimde kalır, DEM Parti’nin de bu işlerde bir iç tartışmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Kurdistan’daki mitingleri gayet iyi organize eden ama metropol 1 Mayıs’ında ‘misafir sanatçı’ gibi duran DEM Parti, gerçekten bunu tartışmalıdır. Gezi sırasında bütün çatışmalarda rolünü oynayan ama daha sonra parkın köşesinde tuttuğu yerde alanın geneliyle ilgilenmeyip “halay çekme rekorları” deneyen HDP çizgisini sürdüren DEM, Bakırhan’ın dün dediği gibi 1 Mayıs’a “Türkiye işçi sınıfıyla dayanışma” için mi gelecektir, yoksa üyelerinin çoğu yoksullardan ve emekçilerden oluşan yapısıyla alanın öznelerinden biri olmayı mı deneyecektir? Daha da açıkça soralım: Türkiye solunun da hayli önemli bir bölümünü bileşen olarak çatısı altında tutan DEM, “sendikalar var, onlar ne diyorsa uyarız” diyen bir konumda kalmayı sürdürecek midir?
Neyse, olup bitti artık her şey. Tamam. Kendi payıma ben, gerek Saraçhane’de, gerekse başka yerlerde direnen insanlarımızın tümünden razıyım; hepsinin alınlarından öperim.
Ama yine de bir sorun ortada duruyor: Bundan sonra devrimci güçler ve mücadeleci sendikalar ne yapacak?
Ve asıl soru şu aslında: 1 Mayıs, bir sendikal faaliyet midir?
Bu soruya ‘evet’ yanıtını veriyorsak, konuşacak bir şey yok. Dağılabiliriz.
Ama 1 Mayıs, ne dün, ne de uzak geçmişte, bir ‘sendika faaliyeti’ değildir ve onun kaderini bir sendikal tekel belirleyemez, belirmemelidir.
Geçmişte, 80 öncesinde, eski TKP ile DİSK (Özellikle Maden-İş) arasındaki ilişki, (TKP çizgisini zerre kadar benimsemediğim halde söylüyorum bunu) yine de bir modeldir. 70’li yılların 1 Mayıs’larının en azından bir bölümü, netice itibarıyla (ben o çizgiyi revizyonist bulsam, hâlâ revizyonist bulmaya devam etsem de) bir ‘siyasi hat’ tarafından şekillendirilmiştir. O günlerin güçlü devrimci hareketlerinin miting alanında bu yanlış çizgiye müdahale edip dönüştürmeye çalışmaları da meşruydu elbette ama 1 Mayıs’ın keyfi bir sendikacı kararına bırakılmıyor olması en azından kötü bir şey değildi. 80’e doğru yaklaşırken CHP’nin Abdullah Baştürk’le başlayan DİSK’e el koyma hamlesi, o günlerin devrimci ortamı nedeniyle aşırı zarar vermemekle birlikte, DİSK’in tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bugünkü durum ise Baştürk dönemi ile asla kıyaslanamayacak kadar geridedir. İşçi sınıfının yeni katmanları, güvencesiz milyonlar konusunda kaskatı bir statükoyu muhafaza eden, devrimci, sosyalist kesimlerle arasına gözle görünür bir mesafe koyan, Kürt sorunu gibi ciddi sorunların semtine bile uğramayan DİSK yönetimi, gitgide kastlaşan yapısıyla artık 1 Mayıs’ın sorgusuz sualsiz emanet edilebileceği bir kurum değildir.
Buna karşın, özellikle son dönemde serpilip gelişen, kimileri DİSK’e bağlı, kimileri bağımsız olan mücadeleci sendikalar, henüz bir ‘huruç’ hareketi yaratabilecek kuvvete sahip görünmemektedir.
Ancak bu kesimin son derece umut verici olduğu da açıktır ve eğer yeni Saraçhane hüsranları yaşamak istemiyorsak, yine de yüklenilmesi gereken yer orası gibi görünüyor. Sorunun kritik noktası ise, buna eşlik edecek, etmesi gereken devrimci bir hareketin mevcut olmaması ya da bu görevi üstlenecek kuvvette olmamasıdır. Profesyonel sendika bürokratları ne derse desin, tarih boyunca sendikal gelişme ile devrimci, sosyalist güçlerin ilerleyişi her zaman eş zamanlı olmuştur. Bunun tek bir istisnası bile yoktur. Rıza Kuas nasıl birinci TİP ile ilişkisiyle, Kemal Türkler nasıl TKP’ye yakınlaşmasıyla, Yalınayak İsmet nasıl Hikmet Kıvılcımlı’yla olan dostluğuyla yürüyüp gelmişse, Necmettin Giritlioğlu da Mahir Çayan’la olan ilişkisiyle şekillenmiştir. Siyaset ve sendika teması budur, hep böyledir ve böyle olacaktır.
Öyleyse, bugün yaşadığımız sorun, sadece mücadeleci sendikaların ihyasıyla aşılamayacaktır. Bir kez daha sorun, devrimci bir yenilenme yoluyla tarih sahnesine çıkacak olan düzen-dışı, direnen değil saldıran bir devrimci gücün inşası sorunudur. Bu yapılamadıkça Çayan’ın o lanetlediği o konumdan kurtuluş mümkün olmayacaktır: Kendi sağından medet ummak!