Eğer insanlık uzun bir Ortaçağ içinde batacağına Yunan mucizesi zamanındaki gibi ilerlemeye devam etseydi kim bilir neler olurdu? Sanat, bilim, düşünce alanlarında nerelere gelinirdi?
M. Ender Öndeş
Önce itiraf edeyim, ayıp mıdır bilmiyorum ama -yarım yamalak Semerkant’ı saymazsak eğer- şimdiye kadar Amin Maalouf’tan bir şey okumuşluğum yoktur. Bu durumda, işe en son ve en değişik kitabından başlamak şans mıdır, değil midir, bilemedim. Çünkü bu kez, ‘Empedokles’in Dostları’nda Maalouf, Semerkant gibi tarihe yaslanan bir çizgiden farklı olarak yarı yarıya bilim kurgu bir işe imza atmış. Tuhaf bir kurgu ama. Hayli tuhaf.
Sahibi olduğu adada tek başına yaşayan ünlü bir çizer, aynı adanın bir başka köşesine bütün insanlıktan nefret ederek sığınmış küskün ve öfke dolu bir yazar. Ve bu ikisini diğer insanların dünyasına bağlayan -medcezirin keyfine kalmış- daracık bir geçit… Sonra, birden ortaya çıkarak insanlığın berbat gidişatına müdahale etmeye başlayan bir tür üstün varlıklar resmigeçidi.
Ortaya çıkan kurtarıcılar
Maalouf, benim de her zaman kafamı kurcalayan Antik Yunan sonrası kesintiye takmış görünüyor. Müdahale edicilerden biri olan Agamemnon’un sorduğu, “Eğer insanlık uzun bir Ortaçağ içinde batacağına Yunan mucizesi zamanındaki gibi ilerlemeye devam etseydi kim bilir neler olurdu? Sanat, bilim, düşünce alanlarında nerelere gelinirdi? İnsan zihni aynı ritimle ve tüm alanlarda serpilmeye devam etse kim bilir hangi noktaya yükselmiş olurdu?” sorusu kitabın da belkemiğini oluşturuyor. Kurtarıcılar oradan geliyorlar; Antik Yunan’dan, uzun süre bekleyip dünyanın hali katlanılamaz hale geldiğinde ortaya çıkıyorlar ve ölüme çare dâhil olmak üzere her alanda bütün dünyaya müdahale ediyorlar; silah sanayilerini yok etmekle işe başlayarak elbette!
Klişeler silsilesi
Eh doğrusu, bu, tam da insanlığın çaresizlikten kıvrandığı bir zamanda hepimizin hayalidir biraz değil mi? Şuradan bir uzaylı taifesi çıksa misal, uçuruma doğru giden gezegenimizi süper güçleriyle tek hamlede hizaya soksa, fena mı olur? Maalouf, bu gizli hayalimizin (ezikliğimizin) farkında olmalı ve oraya oynuyor taşlarını. Ama bunu yaparken birbirinden beter iki klişeyle ilerleyerek bütün gerçeklik duygusunu öldürüyor. Birincisi, olağanüstü bir durum karşısında insanlığı düşünen “sağduyulu” ABD başkanı… Ulusun ve dünyanın babası! Başkan’ın karşısına bir de nükleer füzelerle şantaj yapan çılgın bir Kafkasyalı general ve Beyaz Saray komplocu kliklerini yerleştirince, taşlar tam yerine oturuyor. (Kafkasya yeni moda sanırım, eskiden ‘Arap teröristler’ dünyayı tehdit ederdi, neyse.) Yani Hollywood’un bir adım ötesine geçmiyor Maalouf, zihni öyle çalışmıyor besbelli.
İkincisi, Maalouf’un berbat dünyasının müsebbipleri de son derece muğlak. Dünyayı mahveden, nükleer felakete sürükleyen hırslar, gözü dönmüşlükler vb. gibi duygular, sahipsiz şeyler olarak boşlukta duruyor kitapta. Kim bu gözünü hırs bürümüş deliler belli değil. Tekeller, bankalar, borsalar, finans baronları yok ortalıkta! Maalouf, burada da çok bilinen “Hepimiz suçluyuz”, “Dünyayı mahvettik” klişelerine teslim oluyor. Oysa farklı bir yerden bakınca Empedokles’in Dostları’nın temizliğe tam da ‘çözüm’ için gittikleri yerden başlamaları gerekmiyor mu? Beyaz Saray’dan ve dünyanın bütün saraylarından!
İş başa düşüyor sonuçta
Bu iki klişeden sonra kitap da çekiciliğini yitiriyor açıkçası. Dünya kurtuluyor kurtulmasına ama kimden kurtulduğunu bir türlü anlayamıyoruz. Maalouf’un evreninde ABD dışında bir coğrafya da pek yer almadığı için bizim ‘Reis’ bu işe ikna ediliyor mu, yoksa “Dünya Empedokles’ten büyüktür” diye kürsülerden höykürüp ÖSO’cuları harekete geçiriyor mu, onu da bilemiyoruz.
Netice itibarıyla, öyle görünüyor ki, Maalouf’un okuspokuslarına yanlış yerden başlayan süper kahramanlarına bel bağlamak akıl kârı değil. İş başa düşüyor sonuçta; yine sokaklar, yine gözaltılar… Kahretsin!
Ama hayali bile güzel yine de. Bana sorarsanız, Empedokles’in Dostları, geleceklerse hobi olarak yine gelsinler; itirazım yok. ‘Sağaltıcı tünel’den geçip bel fıtığımdan kurtulmayı istemez miyim hiç? Bizim birader de kanserden yırtar, haftada bir kemoterapiden bezdik ikimiz de. Ama ille de geleceklerse, yıkılması gereken saraylardan değil, kulübelerden başlasınlar bir zahmet. Biz buradayız, hep buradayız. Bekleriz. Zaten bir ‘öncülük’ sorunsalımız da varken, bir gelip önümüze düşseler var ya, alayının tozunu attırırız! İdealizmimizden ötürü Marks kızar biraz ama olsun, beleş süper güç bulmuşuz, niye kullanmayalım ki?