1 Eylül Cumartesi günu siyasi kayıplarını arayan annelerin eylemine destek vermek için Taksim’e gittim. Eylemin her zaman yapıldığı İstiklal Caddesi’ndeki Galatasaray Lisesi’nin önüne gitmeyi düşünürken, orda olmayı hayal ederken bırakın liseye kadar gitmeyi İstiklal Caddesi’ne dahi girmekte zorlandım. Caddenin hemen girişi sayılacak bir noktadan itibaren polis barikat kurmuş; kuş geçirtmiyordu. Caddeye çıkan tüm sokakların cadde bağlantısı da kesilmişti. Gören sanki tarihe geçecek olağanüstü bir durum vaki olmuş kanısına kapılırdi. Bir yerlerden caddeye giriş mümkün mü diye epeyce çabaladım, gezindim, durdum. Ama nafile…
Muzaffer Türk polisinin şanlı barikat engeline takılmış yenik bir savaşçı(!) olarak pes ettim. Soluklanmak için bir cafeye attım kendimi. Oturdum ve daldım düşüncelere. Şimdi o anki hissiyatımi aktarmaya çalışacağım. O anlar kafamda oluşan beynimi kemiren soruları sizinle paylaşacağım.
Sordum:
İnsan, insanın neden bu kadar kurdu olur?
Hangi sebepten ötürü insan hemcinsine bu kadar acımasız davranır?
Önce alır ansızın yok eder. Ortadan kaybeder. Akıbetini dahi açıklamaz. Naaşını bile göstermez ailesine. Cansız naaşını talep etmeye dahi tahammül edemez. Ortadan kaybedilmiş yakınının, zaten ölümüne biçare rıza göstermiş yakınlara, siz naaşınızı da talep edemezsiniz, bu hakkınızda yok der. Bu muameleyi ar etmeksizin nasıl reva görür?
Devlet denen organizasyon nasıl bu kadar vahşi bir mantığa bürünür?
Hükümet edenler bu kadar pervasız bir uygulamayı vicdanlarına nasıl sindirtir?
Bu akıl ve vicdan yoksunluğu hangi gerekçeye binaen tezahür eder?
Toplum bu kadar hukuksuz, vicdan dışı, insanlığın yüzünü karartan uygulamaları nasıl duyarsız kalarak kanıksar?
Hangi korku, hangi hesap bu kadar sindirir?
Bu kadar onurdan, haysiyetten ve şahsiyetten teberru etmek hangi çaresizliğin sonucu?
Ne ara bu kadar kimliksiz, kişiliksiz ve pejmurde yığınlar yetişti?
Devletin eğitim sistemi tebaa, kula kul olan bir nesli hangi ara bu kadar başarıyla yetiştirdi?
Direngenlik ruhu ve mücadele onuru neden bu kadar yok oldu?
Masa başında devrimcilik yapmanın bu manzara karşısında hiç mi suçu yok?
Ne zaman, hangi vakit oturup bir muhasebe yapacağız?
Bu kadar çaresizlik doğal ise hepten teslimiyet zorunlu değil mi? Yok doğal değilse neden değiştiremiyoruz?
Nerde hangi hataları yapıyoruz? Hatalaramızla, kusur ve eksikliklerimizle yüzleşecek sahici ve cesur özeleştiriyi neye binaen erteliyoruz, neden yapamıyoruz?
Bir daha; yeniden, daha etkin bir silkinişi gerçekleştirecek donanımlarımız, muktesebatımız yok mu? Bu kadar yoksul ve yoksun muyuz?
Umut, cesaret, direniş kültürünü besleyip büyütecek öncüler ortaya çıkaracak imkanımız mı tükendi?
Nedir bu kadar elimizi kolumuzu bağlayan? Yok mu bu prangaları kırıp paramparça edecek bir irade ve takat? Bu kararlılığı ortaya çıkaracak bir enerji yok mu?
Düşündükçe düşündüm; sordukça sordum. İrkildim ve soyut bir düşünüşün ve soruların hiçbir derde deva olmadığını anımsadım. Haykırmak istedim.
Vallahi bu kadarı da olmaz diye isyan ettim. Çaresizliğe, sinmişliğe, kelepçelere vurulmaya, kabullenmeye küfredip soğuyan çayımla vedalaşıp hızla mekandan çıktım.
Selam yolladım direndikleri için kaybettirilenlere ve anılarının önünde saygıyla minnet duydum Eminönü’nde gezerken kaybolmayanlara…
Onca kayıp mazlumların arasında en yakından tanıdığım Fidan Güngör’un şahsında hepsine ve hepsinin ailelerine selamlarımı yolluyorum.