Kırık Ayna, İdris Baluken’in Üç Kırık Dal ve Oko’dan sonraki romanı. Ben, yazarın edebiyatıyla yeni tanışanlardanım. İlk göze çarpan duygu sabır. Yazar, eserini sabırla, acele etmeden dinlendirerek, demlenmesi bekleyerek oluşturduğu çok açık. Bir ağırlık, dinginlik hâkim metne. Bunu dış dünyadan kopuk/uzak olduğu cezaevi koşullarına mı borçlu yoksa edebiyatı/roman türünü iyi özümsemiş olmasından mı bilemiyorum. Öyle anlaşılıyor ki biri diğerini doğurmuş. Ortaya ustalık derecesinde bir eser çıkmış.
Kırık Ayna için bir yolculuk romanı dersek eksik söylemiş olmayız, zira tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir sözünün iki kısmının içeriğini de dolduran bir hikaye. Amatör sinemacı ve edebiyat meraklısı İnan bir telefon üzerine Mardin’e gitmek zorunda kalır. Hem yolculuğu esnasında -ki kendine yolculuğu hiç bitmiyor- hem de gittiği şehirdeki yabancı olması sebebiyle gelişen hikayesiyle yeni bir hayatın kapılarını aralamaya çalışıyor.
Romanın ilk bölümlerinde uçağa biner binmez ölümü düşünmesi, ölümle yaşam arasındaki hiçliğe/derinliğe gömülmesi/dalmasıyla kendini tanıma duygusu roman boyunca eşlik ediyor. Zengin ve varlıklı, sanat sevdalısı, çiçeği burnunda yönetmeni İnan’ın ben anlatıcı tekniğiyle oluşturulan roman birkaç çapaktan başka pürüzsüz bir eser.
Değişen dönüşen karakter
Romanın ana izleği, bütün hayatının bir yalan üzerine kurulduğunu öğrenen ana karakterin bunun şokunu üzerinden atmaya çalışırken ceddini tanımasıyla sarsılması üzerine kurulmuş. Ana karakter ilk Mardin’e indiğinde kibirli, burnu havalarda, yöre insanını küçümseyen, burnundan kıl aldırmayan kendini beğenen biri. Roman ilerledikçe çevreye uyum sağladıkça ve insanları tanıdıkça kendini daha iyi tanır ve romanın sonuna doğru ilk başlardaki insandan ayrışır ki değişen dönüşen karakterler hem okuyucuda karşılığını bulur hem de edebiyatın içinde realist bir hal alır.
Her olayda, her zorlukta ve düğümde edebiyata sığınan, düş gücünü cümlelerle anlatmaya çalışan, kelimelerle yarasını iyileştirmeye çalışan karakterin gerçek dünya çok da umurunda değildir. Hayalinde kurduğu dünyada daha mutludur. Orada istediği gibi olaylara yön verebildiği için aslında bu bir tür kaçıştır, kendinden ve gerçek dünyadan. Sevdiği, aşık olduğu, tutulduğu kadının verdiği cevabı isteğine göre yazacağı eserlerde değiştirerek avunur. Bu, karakterin hangi dünyada yaşadığını gösterdiği gibi gerçeklere olan direncini, zayıflığını ve paranoid bozukluğa kaçan yönüne ışık tuttuğu için derinlikli bir incelemeyi hak ediyor olabilir. Karakterler üzerinden devam edersek Gabriel tam bir din adamı yumuşaklığında. Kaderci, ilahi adalete inanan, gelenekleri sorgulamayan, her şeyi tanrının lütfuyle açıklayan, duasız, şükürsüz cümle kurmayan biri. Ha keza diğer karakterlerin adları da romanın anlattığı konunun özüne çok uygun; Yusuf, Gabriel, İlyas, Jesus.
Unutulan, dillendirilmeyen soykırım: Sayfo
Yukarıda da özetlediğim karakterin ilk hallerindeki sömürge valisi edasındaki yaklaşımları, tepkimeleri ilerleyen bölümlerde birkaç yerde ders verir gibi konuşması acıları gördükçe Süryani tarihinin, göç, kırım ve sürgünlerin arkasında bıraktıklarıyla karşılaştıkça kendini daha iyi tartmasına vesile olur. 1915 Ermeni Soykırımı’nın gölgesinde kalan Süryani Soykırımı Sayfo’yu öğrenmesi empati kurmasını kolaylaştırır.
Roman ne kadar iki bölümden hasıl olsa da bana göre totalde üç bölümlük bir eser. Birinci bölüm: Karakterin kendini ve karşıyı (çevreyi) tanıması ki bunun içinde köklerini, ecdadını tanıması da var, ikinci bölüm: Tarihiyle yüzleşmesi, üçüncü bölüm: Aşk. Aşk üzerinden sanat tarifi, sanat yardımıyla aşka ulaşmaya çalışarak kendine bir oyun alanı yaratıp çeperini genişletmeye uğraşıyor. Ölümsüz bir aşkın ortasında kendini fazla gören bir adamın hayranlık ve şaşkınlık arasındaki gelgitleri… Kırılan kalbinin üzerinde taşıdığı kırık bir aynadan kendine ayna tutması bu bölümün omurgasını oluşturuyor.
Hangi dinin merkezinde hoşgörü vardır?
Babaanne üzerinden dinlerin iyi yanların/yönlerinin altını çizerken satır aralarında mistik ve ruhani yanlarıyla insanı nasıl büyülediğini anlatan yazar, dinlere hoşgörüyle yaklaşıyor. Süryani tarihine tanrı ve din merkezli yaklaşması yazarın nereden baktığını gösterir. Herkes hoşgörülü, anlayışlı, toleranslı ve saygılıyken nedense aldığı biraların gazeteye sarılması belki bir ironidir, bilemiyorum.
Aşkın sevgi ve saygıyla sınandığı bölümde çok iyi bir eleştiriyi göndere çekmeyi ihmal etmiyor yazar. “Sevgi kavuşmayı ister ancak saygı bazen vazgeçmeyi gerektirir…” (S. 157) Ya benimsin ya kara toprağın ya da ölümüne severim, gibi hastalıklı yaklaşımların yarattığı kadın kırımına çok güzel bir göndermedir kanaatimce.
Kırık Ayna, kazıdıkça kendine ulaşan, kendi değerlerini görmek, tanımak için kazı yapan, asıl hazinenin insan sevgisi olduğunu salık veren bir eser.