68 kuşağı, ABD emperyalizmine karşıtlığını Vietnam Savaşı’nın trajedisi içinde deneyimledi. Dönemin idolleri Ernesto Che Guevara ve Ho Chi Min’di. Guevara’nın “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin…” sözleriyle başlayan meydan okuması ve ‘Ho-Ho-Ho-Chi-Min, iki-üç-daha fazla Vietnam’ sloganı başta İstanbul olmak üzere ülkenin pek çok şehrinde meydanları inletiyordu. O dönemde yaygın kullanılan sıfatlardan biri de ‘çirkin Amerikalı’ydı. Tuhaf bir şekilde bu sözcükte ifadesini bulan bütün dünyaya parmak sallayan ‘Sam Amca’ figürü olsa da sözün gerçek karşılığı Donald Trump’ın başkan seçilmesinden sonra izlediği politikayla cisimleşiyor. Trump, gerçekten bir ‘çirkin Amerikalı’ ama onun ifade ettiği çirkinlik ABD’ye sığmıyor. Tam tersine, zamanın ruhunun timsali olarak kıtaları kapsayan bir simge var karşımızda. Bu simgeye, konunun gidişatına uygun olarak gerektiğinde Angela Merkel’i, Emmanuel Macron’u, Vladimir Putin’i, Viktor Orban’ı, Suudi Kralı’nı, Türkiye’nin reisini sığdırmak mümkün.
II. Dünya Savaşı sonrasında kutuplaşmış dünyanın batı yakasında insan hakları ve özgürlükleri bireycilik boyutuyla ön plana çıkarken, doğu yakasında ise toplumların kurtuluşu öncelikli hedef olarak gösteriliyordu. Tek kutuplu dünyada toplumların kurtuluşu egemenlerin silah sanayi, enerji tekelleri, ilaç tekelleri arasına sıkışırken insan hakları da sözde güvenlik gerekçeleriyle alabildiğine tırpanlandı. Oysa batı bu konudaki birçok ölçütü hiçbir etnik veya dinsel ayrıma sapmadan salt insan odaklı olarak tanımlamıştı. İnsanların seyahat hakkı vardı, insanlar tehlikede olduklarında bir başka ülkeye sığma hakları vardı, insanların özgürce yaşama hakkı vardı ve tüm bu hakların doğuştan sağlanmış ayrıcalıklar olduğu söyleniyordu.
Günümüzde Trump, ABD sınırını yasadışı yollardan geçerek gelenlerin iltica haklarının kabul edilmeyeceği yönünde karar alıyor. Bu, medeni aklın hiçbir surette kabul edemeyeceği bir yaklaşım. İltica talebinde bulunan insan son derece anlaşılır nedenlerle yasadışı yollardan ilerleyerek sığınabileceği ülkeye varmıştır. Yasalar da bu gerçeği göz önünde bulundurarak tasarlanmıştır. Bu tür sığınmaların örneği bütün ülkeler için o kadar çoktur ki, tekil olarak anımsatmaya gerek bile yok. En yakın bir gözlemle Suriye’deki savaş ortamından kaçanların durumunu hatırlamak bile yeterli olacaktır. Bu aşamalarda geçerli bir pasaportu olup olmadığını sormak bile fazlasıyla abestir. Ancak yukarıda da değindiğimiz gibi mevzu zamanın ruhuyla açıklanmalı, Trump’ın kişisel hoyratlığıyla değil. Nitekim Türkiye’de ajanslar ülkeye kaçak yollarla giren, aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu çoğu Afganistanlı bir grubun geldikleri ülkeye geri gönderilmek üzere yabancılar şubesine teslim edildiklerinden bahsedebiliyor. Buradaki ‘geldikleri ülkeye geri gönderilmek’ sözünün gerçek karşılığıysa ölüme gönderilmek. Bu da dünya üzerinde sıkça karşılaştığımız bir durum. Böyle bir duruma insanların tepki gösterip sınır dışı edilmek istenen mülteciyi havaalanında polisin elinden alma teşebbüsleriyse insan yüreğini ferahlatan, ama ne yazık ki istisna olarak yaşanan bir olay. Çoğunlukla bu geri göndermeler kimsenin haberi olmadan gerçekleşiyor. 60’lı yılların Türkiyeli ilericileri Şah Rıza Pehlevi döneminde İran gizli servisi SAVAK ile MİT’in ortak operasyonuyla fakülteden gözaltına alınıp İran ajanlarına teslim edilen sınıf arkadaşlarını hatırlarlar. O gençlerin çoğunun sınırın hemen ötesinde infaz edildikleri bir dönem en çok konuşulan konulardan biriydi.
50 yıl sonra geriye dönüp baktığımızda olumlu diye tanımlanabilecek hiçbir şey olmadığını, tersine geçmişin bütün kazanımlarının neoliberal küresel kapitalizmin şahlanış döneminde hızlı bir şekilde eridiğini görüyoruz. Buradaki ‘görüyoruz’ lafını da iyi anlamalıyız. Çoğu kez kuşatılmış medya yüzünden göremiyoruz bile.
Batı ideolojisinin bireycilik ilkesi ne acı ki günümüz insanını sahip olduğu metalardan ötürü teslim almış durumda. İnsanlar ödedikleri kredi taksitleri, sahip oldukları işi kaybetmeme dürtüsü ile adeta hareketsiz, tepkisiz birer klona dönüştüler.
Mevcut şartlarda en büyük tehlike bu kuşatılmışlık karşısında çaresizliğe kapılmak, karamsarlığa düşmek ve teslim olmaktır. Bu, aynı zamanda ihanetin bir diğer adıdır. Çok daha ağır kuşatılmışlıklar içinde, zindanlarda, sürgünlerde, açlık grevlerinde, işçi eylemlerinde ve hayatın her alanında halen yaşamı savunanlar, direnenler var. Onları sokağımızda, mahallemizde, şehrimizde, ülkemizde ve dünyanın bütün ülkelerinde görüyorsak, görmediğimiz halde var olduklarını biliyorsak geri durmaya da hakkımız yok demektir.
Kazanacağız, mutlaka kazanacağız.